Taa aylar öncesinden belliydi arkadaşın Haziran’da, İzmir’de düğün yapacağı, benim de bu düğüne motorla gideceğim belliydi ilk andan beri. Malum, geçen sene de pek düğün fırsatını kaçırmamış, bahaneyle Hatay’a, Zoguldak’a falan gitmiştim.
Zonguldak zaten yakın sayılırdı, Hatay’a da yıllık iznimi kullanarak gitmiştim ama İzmir bir başka olacaktı, fazladan izin almak istemiyordum, yani sadece bir haftasonu kaçamağı olacaktı, kendimi ona göre hazırlamaya başladım psikolojik olarak.
Düğünün tam tarihi kesinleştikten kısa bir süre sonra, şöyle giderim böyle kalırım diye düşünürken Hudson Deri’den bir e-posta çarptı gözüme, 18-20 Haziran’da, yine İzmir’de Custom Cruiser Chopper festivali vardı. Valla, bayram ettim resmen, hem bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım, hem de festival alanında çadırda kalabilecektim.
İzmir yolunu incelemeye başladım haritadan. Daha önce, Hatay’daki düğünden sonra dönüşte İzmir’e uğramış, Uşak-Afyon üzerinden de geri dönmüştüm. Aynı yoldan tekrar tekrar gitmek pek hazzettiğim bir şey olmadığı için alternatif yollar aramaya başladım. Hoşuma giden bir kaç güzergah çıkardım da yol epeyce uzuyordu o yolları tercih edersem. Zamanım da az olunca yine Afyon-Uşak yolunu izleyerek gitmeye karar verdim.
Perşembe akşamından çantamı hazırladım, Cuma sabah da motoru yükleyip işe öyle gittim. İşte üzerimi değiştirmek istemediğimden sabahtan giydim motor pantolonunu, üzerimde de şu ter tutmaya tişörtlerden vardı, gün boyu öyle gezdim, biraz rahatsız oldu tabi. Akşam, işten direk gidecektim İzmir’e de kedi mamasının az kaldığını sabah farketmiştim. Aslında iki günlüğüne yeterdi kedilere ama yine de içim rahat etmedi, yola çıkmadan önce eve bir daha uğradım. Yani çantayı sabahtan yüklemem ve gün boyu motor pantolonu ile gezmem biraz gereksiz oldu ama olsun.
Bu arada, önceki hafta Nevşehir’e gitmiştik günübirlik. Yolda, lastiğin havasının inmiş olabileceğinden şüphelenip benzinliğin birinde havasını kontrol etmeye karar verdim. Meğer hava pompalarının göstergesi yokmuş, adamın biri geldi, eliyle yoklaya yoklaya hava bastı. Hani, bisiklet lastiği olsa tamam da motor lastiğini elle kontrol etmek ne kadar mantıklı anlamadım. Şahsen tekmelemeyi tercih ediyorum ve o zaman bile anca 20 psi ile 40 psi’ı ayırt edebiliyorum. Neyse, mallığımdan mıdır nedir adama güvendim, yola öyle çıktım. Yolda da niyeyse diğer benzinliklerde kontrol etmedim havasını. Şansımıza yol da felaketti, çukurlu falan, her çukurda tak tak kapandı amortisörler. Dediğim gibi, biraz mal olmamdan mütevellit ısrarla kontrol etmedim.
Bu yola çıkmadan önce yapı marketlerden birine uğramıştım lazım olabilecek şeyleri alayım diye. Lastik basıncı ölçmek için de bir alet aldım, 5 lira bir şeydi. İşte, bu yola çıkmadan önce onunla kontrol ettim lastikleri. Ön normaldi, arkayı ölçtüm, ibre sona dayandı, yani 55 psi’a. Biraz havasını indirdim, yine ölçtüm, yine sona dayandı. Alet bozuk herhalde diyecektim ama önü doğru ölçmüştü. Daha fazla hava indirdim, hala 55’ti ama lastik de hala sertti, biraz daha hava indirince 50 falan görebildim artık. Biraz daha indirdikten sonra 38’e ulaşabildim. İndirdiğim havayı oranlıyorum da muhtemelen 65-70 psi falandı havası en başta, baya tehlikeli bir durumdaymış yani. Aklınızda bulunsun, 5 liraya lastik basıncı ölçen küçük bir şey alıp çantanıza atarsanız böyle zamanlarda sorun yaşamazsınız.
Bunun dışında uzun yolda depo üstü çantanın kullanışlı olduğu malum. Ayrıca Liger depo üstü çantaların süper çürük olduğu da malum. Nitekim benimkini 1-2 kere değiştirtmiş, en son çantayı tamir ettirmiş fakat çanta tamir ettirdiğim yerlerde yine ayrılmıştı. Çantayı gidona sarmak için kullanılan kayışın plastik karabinaları da oyun hamuru kıvamında olduğu için bırakın çantayı taşımayı, kendilerine hayrı yoktu. Hatta en son, İstanbul Yolu’nda birden gaz açtım diye çanta uçup yola fırlamıştı, mıknatısları da çok sağlam değildi yani. Çantayı değiştirmenin bir faydası olmadığından ve yeni çanta almak da boşuna masraf olacağından bunu adam gibi tamir etmeye karar verdim. Ayrılan yerleri yaktım iyice, sonra öyle iple falan değil misinayla diktim. Dikiş yerlerinin üstünden de japon yapıştırıcısı ile geçtim. Mıknatısların herbirine, daha büyük neodyminium mıknatıslar ekledim. Ayrıca taşıma askısını bendeki boşta duran dizüstü bilgisayar çantalarındana birinin taşıma halkası ile değiştirdim ve onun plastik karabinalarına da güvenmediğim için hamakta kullanmak üzere aldığım hayvani karabinaları bağladım. Neticede epeyce idare edebilecek hale getirdim çantayı.
Son olarak, haftaiçinde Metin Usta’ya çakmak girişi taktırtmıştım. Motor cruiser olunca öyle çok fazla çakmaklık yeri yoktu aslında, en mantıklı yer depo altında falan bir yerler olabiliyordu anca. Bana sordu, bana nerede uyacağını, göstergenin altını gösterdim ama oraya nasıl takabileceğini bilmiyordum, şöyle biraz düşündü, metal bir levha aldı ve çalışmaya başladı. Yaptığı şey neredeyse mükemmel oldu, adam biliyor bu işi 🙂 Bir de telefonu şarj etmek için, üzerinde müzik kontrolleri olan bir alet almıştım, onu da bağlayınca pek süpersonik oldu alet.
Sadece şöyle bir sorun oldu, bu şarj aletinin üzerinde, sesi araba hoparlöründen verebilmek için AUX çıkış da var. Telefonu bağlayınca sesi kulaklıktan kesip oraya veriyordu. Kulaklığı sonra takınca da sesi AUX’tan alıp kulaklığa veriyordu ama yolda falan şarj çıkışı oynarsa ses yine AUX’a geçiyordu falan filan derken aynı anda hem şarj edip hem müzik dinlemem pek mümkün olmadı. En temizi, kulaklığı iptal edip AUX’ı kulaklık çıkışına dönüştüreceğim.
Neyse, yola çıkabilirim artık. Afyon’a kadar benzin dışında mola vermedim, tabi bir de fotoğraf dışında
Tesislerinden birinde yemek yedim, İkbal’di galiba, yemek de biftek gibi bir şeydi, pek güzel değildi, etin beklemiş gibi bir tadı vardı, zaten kısa sürede gelmesinden belliydi. Biftek deyince, biftek yiyecekseniz Num Num’a gidin. Gordion mu neydi o Ümitköy tarafında yeni açılan yer, oradaki daha başarılıydı. Panora’da da denedik de az pişmişle orta pişmişi aynı seviyede pişmiş şekilde getirdiler, pek kınadık. Akyurt yolundaki Kavaklıdere’de de güzel yapıyorlar ama Num Num’daki daha iyi. Lan, canım çekti bak, akşam yemeğine oraya mı gitsem, kulağa mantıklı geliyor.
Neyse, ne diyordum bakalım, evet, Afyon’da mola verdim. Normalde, İzmir’e kadar sürmeyi planlamıyordum, yorulduğum yerde, muhtemelen Uşak’ta bir otelde kalırım diyordum, meğer Uşak’lılar beni duymuş, havai fişeklerle karşıladılar gelişimi
Lakin, Uşak’ta sadece benzin için durdum, pek yorgun değildim, belki Salihli’de falan dururum diyerek yoluma devam ettim.
Yollar fena değildi bu arada, korktuğum kadar kamyon veya otobüs yoktu. Tek sorun yol çalışmaları yüzünden birleştirilmiş şeritlerdi. O da normalde sorun olmazdı da karşıdan gelen araçlar, selektör yapa yapa sollama yapıyorlardı. Motosikletteyim ya, nasıl olsa emniyet şeridine falan kaçar, onlara yol veririm anasına satayım. Şu motora bir megafon taktırayım diyorum, böyle zamanlarda ettiğim küfürleri, küfrü ettiğim kişiler de duyabilsin istiyorum, bir araştırayım bakalım, olur belki.
Geceyarısını geçmişti ama yorgun değildim halen, reflekslerim sağlam, dikkatim sabit, gözlerim açık olunca İzmir’e kadar devam etmeye karar verdim, nitekim çok geçmeden de vardım.
Festival Gümüldür’deydi, İzmir Çevre Yolu’ndan o tarafa geçmem kolaydı ama gelmişken Alsancak-Konak tarafına bir gideyim dedim. Saat 3 gibi Kordon’a vardım. Makineyi çıkarıp fotoğraf çekmeye başladım, üç ayak da getirmiştim yanımda, fotoğraflara kendim de girebildim bu sayede.
Geçen sefer yapamadığım bir şey de Saat Kulesi fotoğrafıydı. Baktım ortalık sakin, motorla girdim Konak Meydanı’na.
Fotoğraf çekerken arkadan kikirdeye kikirdeye birileri geçiyordu, rengarenk giyinmiş bir kaç erkek (?) imiş meğer. Ben onlara dönünce susup süzdüler uzun uzun. Baktım, ortam tehlikeli, hemen motora atlayıp Gümüldür’e doğru devam ettim.
Bir ara, sapağı kaçırmışım, biraz gittim, yanlış yolda olduğumu anlayınca sağa çekip telefondan yola bakmaya başladım. O esnada, kenarda sulama yapan elemanlardan birisi geldi yanıma, ateş istedi. Çakmağı verdim, geri verecekti, kalsın dedim, gece boyu çalışacaksa ateşe ihtiyacı olacaktı. Burada ilginç olan şu ki yanımda iki çakmak vardı. Normalde tek çakmakla gezerim, bu sefer “ne olur ne olmaz” deyip bir çakmak daha almıştım yanıma. Meğer o adamın kısmetiymiş, işte, insanın kısmetinde bir şey olunca ta Ankara’dan bir motorcu aracılığıyla gelebiliyor.
Neyse, yolu öğrendim, devam ettim. Gümüldür yolu gayet güzeldi bu arada, ormanlık bir dağ yolu idi, o tarafa yolunuz düşerse tavsiye ederim. Ha bak, yoldaki muhtemelen en ciddi tehlikeyi de orada yaşadım, virajın birinde bir hayvan ölüsü denk geldi. Manevra yapmak için motoru kaldırdım, kıvırdım, hayvandan kurtuldum ama galiba kanı üzerinden geçtim, ön teker yumuşak bir şekilde kaydı, toparlayabildim Allah’tan.
Yolda, yanımda sinek kovucu olmadığı geldi aklıma. Benzinliklerde sordum ama onlarda da yoktu. Şansıma, Gümüldür’de gece boyu açık dükkanlar varmış, onlardan birine uğrayıp aldım. Kaliteli bir şey alırım diye ümit ediyordum ama SinKov diye bir şey vardı sadece, hiç yoktan iyidir dedim, aldım, meğer pek de iyi değilmiş, deli gibi sinek yedi her yerimi.
Nihayet, sabah 5 gibi ulaştım festival alanına.
Dur dur, ulaşmadan önce yolda şu denk geldi:
Deli Ömerli diye bir köy mü ne varmış orada bir de, bir dahaki gidişimde ziyaret edeyim diyorum 🙂
Kapıda güvenlik görevlisi karşıladı. Kayıt masası falan kimse yoktu tabi o saatte, kimliğimi aldı adam, soldaki çakıllı yolu takip edip kamp alanına ulaşabileceğimi söyledi. Girdim yola, alışmışım ya enduro festivallerinden, her yerde çadır görmeyi bekliyordum, bir tane bile çadır yoktu. Daha kamp alanına gelmedim demek ki diye diye gittim. En son karavan-kabin-çadır arası bir şeyler görünce durdum. O saatte çadır kurmakla uğraşasım olmadığından hamak kurup yatacaktım ama hamaklık ağaç bulamadım, ağaçların arasında baya mesafe vardı. Aklıma hamağın bir ucunu motora bağlamak geldi de sağlam olup olmayacağından emin olamadım, muhtemelen olmazdı 🙂 Mecburen kurdum çadırı. Çadırı kurarken inanılmaz bir vızıltı vardı bu arada, bildiğin vuvuzela gibiydi. Deli gibi sinek böcek bir şeyler vardı yani ortamda. Bir de ortalıkta bir at, peşinde de bir tay dolanıyordu
Sonunda, gün doğarken çadırımı kurmuş, hak edilmiş bir uykuya dalmıştım…
(gelecek bölümlerde: farklı bir festival, sonuna yetiştiğim düğün, geri dönüş)