Sabaha karşı bir çadırın etrafında dolaşan bir köpek uyandırdı beni, hayvan bir yandan kokluyordu çadırı, bir yandan da etrafında turluyordu.
Motora bağladığım çadır iplerinden birini çekiştirdi bir süre, sonra da gitti. Biraz daha uyudum, 8 gibi uyandım. Eşyalarımı toparladıktan sonra motorun yağına suyuna baktım, ikisi de azalmıştı, ikisini de doldurup ayrıldım kamp yerinden. Tabela falan olmadığı için indim yoldan kafama göre, akşamki amca ile karşılaştığım yere kadar inmişim. Orada vardı bir tabela, meğer fazla gelmişim, geride bir yerde U çekmem gerekiyormuş, geri döndüm, buldum Pamukkale'yi
Pamukkale'ye de girmedim. Giresim olmadığı gibi nakit de kalmamıştı yanımda Pamukkale'yi geçtikten sonra ufak bir köy vardı, abi, amcanın dediği yer oraymış meğer, bıcır bıcır otel kaynıyordu ortalık ve hakikaten de 25 lira falanmış oteller, üstelik kahvaltı ve akşam yemeği dahil, ayrıca odalarda ılıca suyu da varmış. Ben ne yaptım, bir gazino dibindeki çakma bir kamp alanına 20 lira verdim çadırda kalmak için Demem o ki o kadar yer gezdim, kamp yapmaya çok müsait yaylalar, deniz kıyıları falan, hepsinde otellerde kaldım, en otelde kalınacak yerde de gittim çadırda kaldım. Kısmet işte, ne diyeyim. Aklınızda bulunsun, Pamukkale taraflarına giderseniz çok hesaplı otellerde kalabilir, ılıca keyfi de yapabilirsiniz.
Pamukkaleden sonra çok güzel köy yolları var, bir kaç video da orada çekmiştim galiba, bakabilirsiniz. Boş ve güzel kıvrımlı yollardı, sıkılmayacağınız yollar yani. Yolunuz düşerse hiç anayola girmeyin, o yollardan devam edin derim.
Köylerden birinde bir çeşme denk geldi, hemen yanaştım
Ben kaskı falan çıkarırken köylüler de su ikram ettiler. Buz gibi, ferahlatıcı bir su idi, bir kaç bardak içtikten sonra (ki kahvaltı falan yapmamıştım, önceki gün akşam yemeği de yememiştim, 21 saattir bir iki çikolata dışında bir şey yememiştim yani demem o ki su iyi geldi) kafamı da yıkadım, ferahladım iyice. Güney diye bir köyü gözüme kestirmiştim haritadan, köylüler yolu tarif etti, devam ettim ben de. Bir nehrin üzerinden geçtim, meğer Büyük Menderes imiş. Nehir kıyısına inen bir yol gördüm, oradan aşağı inip biraz fotoğraf çektim.
Yola çıktıktan sonra gaza geldim, iki elimi bırakmayı denedim, tabi direk salmadan, sadece elciklerden kaldırdım biraz, oldu Tabi çok devam etmedim o şekilde ama bazen denemek lazım böyle şeyleri. Nitekim, bu gezide tek elle kullanmaya da alıştım biraz. Normalde lazım olan bir şey değil de en azından yolda benzin bitince depoyu yedeğe almak için sağa çekmek zorunda değilim artık
Yolda ilerlerken ufak bir tabela çıktı karşıma, "Kazı alanı, yavaş gidiniz" gibi bir uyarıydı. Yavaşladım ben de, harbiden, yola sıfır bir kazı alanı vardı. Hemen yanaştım sağa, orada bir amca vardı, bekçiymiş. Konuştuk, mekandan falan bahsetti. Tripolis diye bir yermiş, Ege dolaylarındaki merkezi yerleşim yerlerinden birisiymiş meğer, daha bir kaç yıl önce çıkmış meydana, üniversiteli öğrenciler çalışıyormuş ama ödenek yetersizliğinden dolayı işler yavaş ilerliyormuş. Biz konuşurken birisi daha geldi, benim geziden bahsettik biraz da. Motora hayran hayran bakıyorlardı, "30-40 milyar vardır herhalde bu motor" dediler, güldüm, 3 bine aldığımı söyledim, şaşırdı adam. Scooterını göstererek "ben bunu iki buçuğa aldım" falan dedi. Motorun Çin malı olduğunu, pek işe yaramadığını söylediysem de neticede Türkiye turu yapılabilecek bir motor olduğunu söyledi, hak verdim. Gerçi, istedikten sonra o motorla da atar o turun alasını ama işte, biraz cesaret etmeye bakıyor iş. Neyse, bekçi amca sağolsun fotoğrafımı çekti, gezide doğru düzgün bir pozum oldu sonunda, hatta genel anlamda motor üstündeki ilk doğru düzgün pozum diyebilirim
Nasıl yanmışım ama
Kenarda incir ağaçları vardı, incir yiyebileceğimi söyledi bekçi. Canım çekti ama aç karna yersem mideyi bozarım belki deyü yemedim, teşekkür edip tekrar yola koyuldum. Ha, bu arada Güney köyü sapağını kaçırmışım meğer, Menderes kıyısına indiğim yerde sağa dönmem gerekirken ben anayolu takip etmişim. Geri dönmem gerektiğini söyleyince önümdeki yolun bir yere çıkıp çıkmayacağını sordum, "çıkar tabi" dedi, herhangi bir yere çıkmasını yeterli olduğunu söyleyip devam ettim.
Bir de bak, geride, yol kenarında kayalarda oyuklar vardı, meğer eski mezarlarmış onlar, bilememişim, bekçi söyledi onu da.
Neyse, devam ettim yola. Çok gitmeden tuhaf bir sapağa geldim
Sol taraf "Antalya, Ankara", sağ taraf "Aydın, İzmir". Kafamda canlandıramadım bir süre, kafamdaki gps'e göre o an İzmir solumda Ankara sağımda olmalıydı çünkü Meğer, o hizayı geçmişim, ters dönmüşüm falan, farkında değilmişim. Benzin aldım, ufak bir mola verip bisküvi falan yeyip Aydın'a doğru devam ettim.
Aydın taraflarında bir şeyler yerim diyordum da güzel bir yer denk gelmedi yol üzerinde. Aydın'dan çıkarken bir sürü yol kenarı lokantası vardı aslında ama yolun solundaydılar hep. Solda varsa sağda da vardır diyerek durmadım ama sağda tren yolu olduğundan mıdır nedir, pek bir yer yoktu. Bu arada, o soldaki yerlerden birinde yemek yemiştik teee ben liseye kaydolduğumda. Kayıttan dönerken Aydın'daki tanıdıklara uğramıştık, onlarla beraber gelmiştik. Hatta oyun oynayan bir kediyle köpek vardı, ilk defa orada görmüştüm kedi ile köpeğin arkadaş olabildiğini. Neyse, baktım sağda duracak yerler yok gibi, hızlandım ben de. Sol şeritte hızlı hızlı giderken bir görüntü çarptı gözüme, adamlar iki tane kuzu çeviriyorlardı piliç çevirir gibi. Hızlı gitmekte olunca geç farketmiş oldum tabi, duramadım. Durup geri gelsem olurdu da geri gitmek şanıma yakışmaz diye dümdüz devam ettim.
Aydın'dan sonra şeytan sık sık dürttü. Bakın, bir dürtme anı:
Buraya kadar gelmişim dedim, Bodrum'a uğramazsam ayıp olmaz mı diye düşündüm de Antalya'da yaşadıklarımı hatırlayınca vazgeçtim, Söke'ye teğet geçip Kuşadası'na doğru saptım. Biraz gittikten sonra çöp şişçiler başladı, birine girdim artık. 1.5 porsiyon çöp şişimi lüpledim üstüne bir de keyif çayı çaktım, mis…
Bu da mola verdiğim yerden bir görüntü, "Enişte Bey" ve "Yenge Hanım" diye ayrılmış tuvaletler
Kuşadası'na varmam çok uzun sürmedi de Kuşadası'nda sahile ulaşmam uzun sürdü Neredeyse teğet geçip gidiyordum, uygun bir sapak yakaladım da ulaştım sahil tarafına.
Pek oyalanmadım Kuşadası'da (bu arada "Kuşadası'nda" mı denir, "Kuşadası'da" mı emin değilim. Neticede Kuşadası, sesli harfle biten bir özel isim ama işte, tamlama şeklinde olunca kafa karıştırıyor). Saat 5 olmuştu zaten, ben de güneş batmadan İzmir'e varmak, körfezde biraz gün batımı fotoğrafı çekmek istiyordum.
Efes'in yolumun üzerinde olduğunu bilmiyordum, tabelasını görünce bir uğrayayım bari dedim. 17:30 gibi Efes'teydim. Yine bir kaç fotoğraf çektim gelmişken
İzmir'e tam iş çıkışı saatinde girmiştim, trafiğe yakalandım. Zar zor vardım Konak'a. Alsancak tarafında deniz kıyısına girerim diyordum da meğer akşam 6'dan sonra araç girişi yasakmış, her girişte polisler bekliyordu. Birisine yanaştım, girip giremeyeceğimi sordum, yasak dedi polis. Fotoğraf çekip çıkacağımı söyledim, yine yasak dedi. Körfeze girebileceğim bir yer olup olmadığını sordum, yine yasak dedi, "herhangi bir yer yok mu, burası olmak zorunda değil" falan dedim, yine yasak dedi adam. Hay mal mıdır nedir deyip aşağıya doğru devam ettim. Bir sonraki sapağa geldim, oradakilere sordum fotoğraf çekmek için körfeze yanaşabileceğim bir yer olup olmadığını, "buradan gir işte" dedi adam direk. "Yasak değil mi?" dedim, "arabaya yasak, sen şuradan giriver" dedi. Ah be dedim, 100 metre arayla ne kadar değişiyor kurallar Girdim içerideki caddeye, başladım fotoğraf çekmeye.
Saat Kulesi'nin oraya da giresim vardı da o kadar da yüzsüzlük yapmayayım dedim. Aslında, yine beni liseye kaydettirmek için geldiğimizde araba ile girmiştik Konak Meydanı'na. Ne taraftan gideceğiz diye bakınırken bir baktık, çıkmışız meydana. Biz meydandaki güvercinleri araba ile kovalarken polisin birisi de gülerek bizi izliyordu
Bornova tarafına nasıl gideceğimi öğrendikten sonra dönüş yoluna girdim. İzmir çıkışında benzin aldıktan sonra anayoldan Uşak'a doğru devam ettim. Tüm yolculuğumun en tehlikeli bölümü burasıydı. Akşam vakti kamyon, otobüs kaynıyordu yollar, çoğunun da şoförleri bariz dengesizdi. Genelde yol verip sıkıştırılma ihtimalimi asgariye indirmeye çalıştım. Bir de ışıklarda en öne geçip hızlıca kalkıp kendime biraz boş yol açtım, öyle kurtardıysam da bir iki kere sıkıştırıldım. Motorumun biraz daha güçlü olmasını istediğim tek anlar da o anlardı zaten, insan, bir kamyon tarafından sıkıştırılırken hızlıca kaçabilmek istiyor. Onun dışında daha fazla güç aradığım zaman pek olmadı.
Yol boyunca pek mola vermedim. STR tesislerini görünceyse durmadan edemedim
Fotoğraf bulanık, titrek, ne olduğu anlaşılmıyor ama benim için anlamlı. Lisedeyken bu mola yerleri üzerine amma muhabbet dönerdi. Hangi firma hangi tesiste duruyor, hangi tesisin tuvaletinde sıvı sabun var, hangisinin çayı güzel falan, 3 yıl boyunca gide gele öğrenmiştik hepsini. STR de popüler tesislerdendi de özelliklerini hatırlamıyorum şimdi, insan unutuyor zamanla
Uşak'a yaklaşırken benzin almak için durdum bir yerde. Benzinlikte bekleyen polisler vardı, onlarla muhabbet ettik biraz. Taze çay da demlemişler, ondan da aldım, güzel bir mola oldu. Şey komik oldu, polislerden birisi güreş dışında hangi sporlarla ilgilendiğimi sordu. "Güreş?" dedim, "kulaklardan belli" dedi. Meğer kulaklıklar ağzına tükürmüş kulaklarımın. Zaten acımaya da başlamışlardı. Neyse, kamp yeri olup olmadığını sordum, bir yer tarif ettiler, 40 kilometre kadar ilerideymiş, bulabilirsem orada kalırım diyerek çıktım, bulamadım tabi, Uşak'ın içine kadar girdim. Ara sokaklarda otel aradım, bulamadım. Sonra 7. cadde gibi hareketli bir cadde denk geldi. İlk sorduğum otelin geceliği 80 TL idi, orada kalmadım, ikinci otel 55 TL idi, nisbeten ucuz diye oraya yerleştim. Acıkmıştım, yiyecek servisleri de yokmuş. Halim olsa caddeye inecektim de yorgundum, üstümdekileri çıkarıp yatağa yığıldım. Bu arada, burada da vardı teletubbies. Demek ki neymiş, sahil kenarındaki otellerde teletubbies yayını olmazken karasal iklimin hüküm sürdüğü yerlerdeki oteller fütursuzca bu hizmeti veriyormuş. Çok pis sosyal ve coğrafi çıkarsama yaparım O değil de, geziler esnasında kaldığım en doğru düzgün otel burasıydı. Sıfır sabunlar, şampuan, tertemiz oda falan, anca 5 yıldızlı otellerde bir araya geliyordu normalde, burası 3 yıldızlı olmasına rağmen bunlara dikkat eden bir yerdi. Adını hatırlamıyorum yalnız otelin
Oteldeyken artık had safhaya ulaşmış amele yanıklarımın da fotoğrafını çektim
Sabah bir duş alıp yeniden yola koyuldum. Artık hedefim Ankara idi, doğrusu evimi de özlemiştim, çekyatıma yayılmak için can atıyordum bile diyebilirim
Kahvaltı falan yapmamıştım, Afyon'da sucuk döner yemeyi planlıyordum, nitekim Afyon'a kadar durmadım. Duracak yer de yoktu zaten, anayoldan gidiyordum, pek bir numarası yoktu yani.
Afyon'da Kolaylı tesislerinde durup yedim sucuk dönerimi, üstüne bir de pipo yaktım, dinlendim. Sucuk, lokum va kaymak aldım, motora yükledim. Bu arada, adam kaymağa bir şey olmaz demişti de eve vardığımda tereyağa dönüşmüştü mübarek. Yani aklınızda bulunsun, güneşin altında binecekseniz motora, Afyon'dan, Ankara'ya getirme amaçlı kaymak almayın
Afyon'dan Ankara yoluna sapıp devam ettim. Pek duracak yer yoktu yine, bir iki kere su içmek için verdiğim ufak mola haricinde durmadım uzun bir süre. Bir de bir ara acayip yoğun ve güzel bir koku çarptı burnuma. Sabun gibi değişik bir kokuydu. Durup oradaki ağaçların fotoğrafını çektim, acep o ağaçlardan mı geliyordu koku diye. Ahanda o ağaçlar:
Bu ağaç nedir bilen var mıdır? Veya o kokunun kaynağı hakkında bir fikri olan? Defne ağacı mı acaba diyorum ama bilmiyorum nasıl bir ağaçtır defne.
Polatlı yolunda ilerlerken Muhteşem Tesisleri'ni görünce durmadan edemedim. Kaymaklı ballı gözlememi beklerken ikram edilen yoğurt ve peyniri lüplettim keyifle. Biraz da çay içtikten sonra geri döndüm yola.
Ankara'ya yaklaşırken Yassıhöyük tabelası dikkatimi cezbetti, saptım ben de oraya.
Şansıma o yolun devamı, Polatlı-Ayaş yoluna bağlandı, yani geçen sefer ki Mersin gezimin sonunda saptığım yola. Hatta geçen sefer benzin aldığım yerden benzin aldım yine, oradan Ayaş'a bağladım yolu tekrardan.
Sonrası da malum zaten, Sincan üzerinden eve döndüm. Bir gezi daha böylelikle nihayete ermiş oldu.
Çok şükür ufak tefek şeyler hariç sorunsuz bir gezi oldu. Tabi bunda motorun yağını ve suyunu kontrol etmeye başlamış olmamın da etkisi büyüktür eminim. Misal Denizli'de yağ ve suya bakmasaydım muhtemelen İzmir civarında motor yağsız veya susuz kalabilirdi, o da nasıl bir bela açardı başıma Allah bilir. Diğer bir nokta da 10-40 yağ sıcak memlekette harbiden yamuluyormuş. Benim motor o kadar yağ eksiltmiyordu, bu gezide su gibi içti 10-40'ı. Ankara'dan çıkarken yeni değiştirmiştik daha, Silifke'ye vardığımda bitmişti neredeyse. Silifke'de 20-50 eklemiştik, Denizli'ye vardığımda o kadar da eksilmemişti mesela. Herhalde en doğrusu Hatay'da yağı tamamen boşaltıp yerine 20-50 eklemek olacaktı da bilemedim tabi o zamanlar.
Diğer bir şey de farların patlama ihtimali. Ön far hiç patlamadı çok şükür ama biri bu gezide olmak üzere arka far defalarca patladı benim. Her motor da olan bir şey değildir tabi ama Regal Raptor'ların genel bir sorunuymuş diye duydum sonradan. Yanımda bir kaç tane yedek arka far taşısam olurmuş yani. Veya pilli, bisiklet farı bile taşısam o tür bir durumda geçici olarak işimi görebilirdi. Bu arada nasıl bir patlama bilmiyorum da fren ışığı çalışırken normal far ışığı yanmıyor, aynı ampüle bağlı olmalarına rağmen.
Her ne kadar planlı yolculuk yapmayı sevmesem de kamp yerlerini önceden araştırsam olurmuş. Aslında cesaret edebilsem uygun bir ağaç dibine çekip çadırımı kursam da olurdu belki ama ne yalan söyleyeyim, yemedi
Müzekart almış olsam iyi olurmuş. 20 TL'ye alıyorsunuz Müze Kart'ı, sonra pek çok müzeye ücretsiz, bazılarına da indirimli girebiliyorsunuz. Kendini çok kolay amorti eden bir kart yani aslında.
Dağcı çantası kesinlikle süper oldu. Eşyalar derli toplu durdu. YIBA'dan da kalın ahtapot lastiklerden almıştım, onlar da çok sağlam sabitledi çantayı. Yine YIBA'dan ufak bir sosis çanta almıştım, alet edevatı ona doldurmuştum, o da güzel oldu.
Yalnız, söylemesi ayıp, Liger depo üstü çanta çok feciydi. İlk aldığımın dikişleri atmıştı, sağolsunlar değiştirmişti Murat Abi'ler ama yenisininki de ayrıldı aynı yerlerden. Valla, zibille neodyminium mıknatısım vardı aslında, ufak bir sırt çantasını depo üstü çantaya dönüştürsem daha iyi olacakmış yani. Şimdi dikişlerin altından muşamba falan yapıştırayım diyorum, muhtemelen dikişlerin ayrılmasını engeller.
Montun çok fazla geleceğini tahmin ettiğim için dirseklik almıştım. Bir de sırt koruma almalıydım aslında ama Ankara'dan apar topar çıkınca kalmıştı o, Mersin'den alırım diye düşünüyordum da Mersin'de öyle fazla gezme imkanım olmadı. Sırtlık alırsam benim kot monta çıtçıtla falan tutturulabilecek halde bir şeyler ayarlamayı düşünüyorum bakalım. Kot montun sırt koruması yumuşak baya, sırtlık alırsam faydalı olacaktır.
Böyle böyle işte. Güzel bir geziydi, geçti gitti. Motor ne yazık ki can çekişiyor bu aralar. Metin Usta da ikidir sallıyor beni, bu aralar bir daha götüreceğim, bakalım ne diyecek. Ya harbiden vadesinin dolduğuna kanaat getireceğim motorun, ya da şansımı, dökülen Çin malı motorlara da bakan bir ustada deneyeceğim Velhasıl, bu motorla son gezim olabilir bu. Şu anki haliyle uzun yola çıkmaya çekiniyorum biraz. Zaten kış yaklaştı, büyük ihtimalle askerliğim de pek uzak değil, yani öyle veya böyle bir ara vereceğim gezilere. Askerden sonra daha doğru bir düzgün motor alabilirim inşallah. Daha önce de dediğim gibi, ben de bu hırs varken cruiser kesmeyecek gibi görünüyor. Yani, konfor adına enduronun daha iyi olduğuna inanmamakta ısrar ediyorum, yani ayaklarını uzatarak, sırtını arkaya yasladığın bir sürüşün keyfi ayrı fakat özellikle kötü yollarda daha rahat sürebilmek için enduro şart olacak gibi. Dur bakalım, bir gideyim geleyim, belki voleyi vururum da iki motor birden alırım, gideceğim yola göre birini seçerim