8 Ağustos'ta, Hatay'da bir arkadaşın düğünü vardı. Gezmeye bahane arıyorum ya ben de, atlayayım gideyim dedim. Gittim nitekim.
(okumaktan sıkılanlar için fotoğrafların adresini vereyim direk de kasmayın boşuna 🙂 :
ana adres: http://www.gomercin.net/galeri/v/Gezilerim/ceyrekTurkiye/
süpersonik fotoğraflar: http://www.gomercin.net/galeri/v/Gezilerim/ceyrekTurkiye/supersonikler/
panoramalar: http://www.gomercin.net/galeri/v/Gezilerim/ceyrekTurkiye/panoramalar/
panoramaları etkileşimli olarak izlenebilir hale de getirdim ama yüklemedim henüz, yükleyince onların adreslerini de atarım bilahare)
Aslında düğünden sonra Mersin'e geçer, memlekette biraz zaman geçirdikten sonra Konya üzerinden, yolu uzatmadan dönerim diyordum, gaza geldim sonradan, çıkmışken gezeyim dedim, 6 günlük izin aldım şirketten ama rotaya tam karar vermedim çıkarken.
Bir kaç olası rota vardı aklımda Hatay'dan sonra. Güneydoğu taraflarında bir güzergah olabilirdi mesela nitekim ısrarla Adıyaman'a gidesim var epeydir. Rüyamda görmüştüm de Adıyaman'a gittiğimi. Neyse, öteki rota Antalya tarafına gitmekti ama Silifke-Alanya arasındaki yol korkutuyordu beni. Benzer tehlikeli yollardan gitmiştim daha önce ama o yollar pek işlek değildi, Silifke-Alanya arası ise epeyce işlek denilebilecek bir yol. Asıl fantastik yol Suriye'ye geçmek olacaktı ama bu olasılığı geç farkettim. Cuma yola çıkacaktım, Perşembe günü arkadaşlarla konuşurken farkettim Suriye'ye ne kadar yakın olacağımı. O akşam araştırdım vize olaylarını, aynı gün almak mümkünmüş vizeyi ama Cuma günü vaktim olmayacaktı. Bir de dilini bilmem, yolunu bilmem, öyle bir anda gaza gelip gitmek sakat olabilirdi yani. Vazgeçtim nitekim sonradan.
Diğer bir ihtimal de Kıbrıs'a geçmekti ama o da gereksiz yere masraf olacaktı. Fırsat varken Kıbrıs'a gidip orayı da görmek güzel olurdu da maddi durumumun daha iyi olacağı bir zamana artık inşallah.
Perşembe günü motoru gezi öncesi bakımı için Metin Usta'ya verdim. Planım da Cuma sabahtan hazırlanıp öğleden sonra motoru teslim alıp yüklenip çıkmaktı çok gecikmeden. Motoru teslim ettikten sonra bir telefon geldi, müdür arıyordu şirketten, bir programla ilgili bir şeyler sordu, başka isimlere yönlendirmeye çalıştım, olmadı, ertesi gün gelip gelemeyeceğimi sordu, motoru yükledikten sonra şirkete gider, işi halleder, geziye öyle çıkarım diye düşünerek öğleden sonra gelsem nasıl olacağını sordum, sabah gelsem daha iyi olacağını söyledi. Motor yok, izinleyim, sabah nasıl gideyim, mecbur servisle gidecektim. Servis de sabahın köründe geliyor, 6:42'de, yani 6:30'da kalkmam gerekiyordu, o da canımı sıktı. Baktım müdür pazarlığa yanaşmıyor, eyvallah deyip kabul ettim. İşin kötü yanı, oradan eve dönmem de zor. İşyeri şeyde, iti öldüğü yer var ya, onu geçiyorsun, ebesinin göbeğini geçince sağda kalıyor. Toplu taşıma ancak Bentderesi'ne kadar, işyeri servisleri de sadece belli saatlerde ve Kızılay'a falan. Ev de Eryaman'da anasına satayım, Kızılay'dan 1 saat. Velhasılı, hüsran idi benim için. Cuma sabah gittim işe, kahvaltı falan yaptım, biraz oyalandım, öyle gittim müdürün yanına. Meğer daha önce yönlendirmeye çalıştığım kişi ile bakmaya başlamışlar bile. Bir iki ufak tefek şey gösterdim (ki gösterdiğim şeylerden birisi "print screen" ile ekran görüntüsü alıp paint'te istediğin kısmı kesip bunu bir Word dokümanına yapıştırmak idi 🙂 ) işim bitti, saat 10'daki Kızılay servisi ile ayrıldım. Kızılay'a inmişken tütün aldım biraz ki yolda tütünsüz kalmayayım. Kaskı, montu falan da almıştım yanıma, Metin Usta'ya giderim direk diye ki gittim nitekim.
Motora bakmış, yağını suyunu değiştirmiş, hava filtresi de berbat haldeymiş, onu da temizlemiş mi, değiştirmiş mi artık yapmış bir şey. Dediğine göre filtre o haldeyken Konya'ya kadar bile gidemezmişim. Asıl gidonu düzeltmiş, o süper olmuş. Benim son kazadan sonra gidon eğrilmişti, o zaman düzelttiklerinde fren ve debriyaj kolları biraz havaya bakacak şekilde yapmışlardı, öyle de alışmıştım ben de. Daha sonraki gidişlerimde gidonun çok rahatsız olduğunu söylemişti bir kaç kere, bu gittiğimde düzeltmiş. Ötekine alışmış olunca bu tuhaf geldi önce, elcikler epeyce yükselmişti ama fren ve debriyaj kolları baya aşağıya bakıyordu. Ona alışmam zaman aldıysa da alıştıktan sonra hakikaten rahat geldi uzun yolda.
Eve gelip hazırlanmaya başladım ağırdan ama nasıl bir ağırlık, yarım saatte bir parça falan koyuyorum anca, bir yandan internette geziniyorum, bir şeyler atıştırıyorum, televizyona bakıyorum falan, öyle öyle çıkmam 7'yi buldu.
Ha bak, çıkmadan önce kapı çaldı, açtım, iki genç kız, bir şey bir şey kurumundan sağlık araştırması için mi ne geliyorlarmış. Ailemde tansiyon, şeker falan sağlık sorunu olup olmadığını sordu öndeki kız, olmadığını söyledim, durdu biraz "siz bilirsiniz" deyip gitti. "Siz bilirsiniz" kafama takıldı, hani sağlık sorunu olsa idi bir şey yapacaklardı da olmadığını söyleyince bir tercih yapmış oldum da ondan mı "siz bilirsiniz" dedi diye. Bak, kaç hafta oldu, hala aklımda 🙂
Neyse, çıktım sonunda. Bu arada dağcı çantası çok iyi oldu. YIBA'dan da kalın ahtapotlardan almıştım, sapasağlam sardım. Normalde çevre yoluna çıkıp Kırıkkale yoluna direk olarak çıkacaktım da Hakan'ın lensi bendeydi, onu teslim edeyim bari deyip Teknokent'e gittim. Yine çevre yolundan gideyim, trafiğe bulaşmayayım diyerek Gölbaşı'na devam ettim. Ben çevre yoluna giriş standart kelebek şeklindedir diye tahmin ediyordum ama karmaşıkmış meğer, nitekim kaçırdım girişi, Gölbaşı'ndan U çekip öyle girdim. Saat 8 gibi yola koyulmuştum artık. Kafamdaki hesaba göre gece 12 gibi Nevşehir'de olabilecektim de ne zaman tutmuş benim kafamdaki hesap, bu da tutmadı.
Çevre yolundan Kırıkkale'ye doğru çıkınca trafik yoğunlaştı önce. Ara ara boşluk bulunca hızlandım ama onun dışında ağır ağır devam ediyorduk. Meğer onlar iyi anlarımızmış. Bir yerde bir tıkandı trafik, sanki mesai çıkışı Ankamall'ın oralarda falan sürüyor gibiydim. Nitekim, Kırıkkale'ye varmam 1.5 saat falan sürdü. İyi ki telefonu falan ayarlamıştım da müzik dinleyebiliyordum, delirirdim değilse. Bu arada, iPhone için yer yaptım motora, gidona sabitledim, mis gibi oldu valla. Bak, fotoğrafını koyayım onun:
Kırıkkale'yi geçtikten sonra yol rahatladı. Ufak bir yol yapımı falan var gibiydi ama trafiği o kadar sıkıştıracak bir şeye benzemiyordu. Ankara'dan Kırıkkale'ye giden o kadar kişi olması da tuhaftı bu arada. Neyse, Kırıkkale'den sonra Kırşehir'e giderken hava soğudu iyice, fakat dayanılmayacak gibi değildi. Yemek için durunca üstüme de bir şeyler giyerim dedim, devam ettim. Bu arada, ben her yeri Afyon gibi düşünmekte idim, yani her yerde türlü türlü tesis olacak, istediğim gibi yemek yiyebileceğim falan ama öyle değilmiş meğer. Uzun bir süre yemek yiyecek bir yer denk gelmedi yol üstünde, ben de acıkmıştım artık, 10:30 gibi lokantaya benzer bir yerde durdum. Isınmak için çay sordum önce, onu içerken yemeklere baktım. Dolapta etler falan vardı ama hiç iç açıcı değillerdi. Çorbaları varmış, iyi bari dedim, çorba içeyim, o da içtiğim en kötü mercimek çorbası idi herhalde. Acayip sulu, tatsız tuzsuz bir şey idi, limona falan abanıp yedim artık. O değil de bak aklıma gelmişken, sonra bazı mini tesislerden geçerken buram buram mercimek çorbası kokusu çarptı burnuma, özellikle kokuyu yola mı veriyorlar, nasıl yapıyorlar bilmem ama öyle de bir şey vardı.
Kırşehir'e 50 km falan kalmıştı artık, nasıl olsa az kaldı diyerek üstüme ekstra bir şey almadım ama tam da almam gereken yerlermiş meğer. Bir soğuk vurdu yolda, bağırıyordum artık. Hani, soğuk duşun altına girince "vuuuu, oooo" deyü sesler çıkarırsınız ya, öyleydi resmen ama durmadım, son gaz (saatte 100-110'la yani 🙂 ) devam ettim Kırşehir'e.
Normalde Göreme taraflarında güzel kamp yerleri olduğunu duymuştum, oraya kadar gidip o geceyi orada geçirecek, sabah erkenden kalkıp güneş doğarken Göreme fotoğrafları çekecektim de baktım saat 23:30 olmuş, ben de yorgunum, Kırşehir'de kalayım bari dedim. Şehir merkezine saptım, Kapris Otel diye bir otel denk geldi. 35 lira falandı geceliği, yerleştim oraya. Oda küçüktü ama eli yüzü düzgündü en azından. Bu arada, burada da teletubbies yayını var idi 🙂
Sabah erkenden kalkma planım halen geçerliydi, gel gör ki 9'u buldu uyanmam. Kahvaltıyı Nevşehir'de yapacaktım sözde ama baktım zaten geç kalmışım, otelde kahvaltı yapıp çıktım.
Nevşehir'e varmam pek uzun sürmedi, zaten merkeze de pek girmiyorsunuz, Göreme'ye gidebiliyormuşsunuz direk. Kırşehir'den çıktıktan 1 saat sonra falan Göreme taraflarındaydım ve kamp yerleri vardı harbiden de sağda solda. Akşam biraz daha erken çıkabilseydim veya trafik tıkanmasaydı o geceyi çadırda geçirebilecektim yani belki de. Kısmet işte.
Göreme'ye varınca çıkardım fotoğraf makinemi nihayet.
Bunlar da Göreme'de çektiğim panoramalar:
Nevşehir'den sonraki hedefim Kayseri idi. Mantı ve pastırma hayalleri kura kura düştüm yola. Kayseri girişinde bir yer denk geldi, Şahin markasının fabrika satış mağazasının falan olduğu bir yerdi, lokantası falan da vardı, "oh" dedim, "mantımı yerim, çıkışta da pastırmamı yüklenir giderim". Lokanta kapalıymış meğer, düğün varmış akşama, ona hazırlık yapılıyormuş meğer. Tost falan yapan kafe gibi bir yer vardı ama koca Kayseri'de başka tesis bulurum herhalde dedim, ayrıldım oradan. Şehir merkezine girmedim ama çevre yoluna da sapmadım, normal şehir içi güzergahta ilerliyorum, bir yandan da mantıcı, pastırmacı falan arıyorum, bir tane bile göremedim valla. Şehrin diğer çıkışında vardır belki dedim, orada da denk gelmedi. Nasıl olsa denk gelir diye şehir merkezine de girmeyince mal gibi kalmış oldum. Mantı sorun değil, daha önce Kayseri mantısı diye bir mantı getirmişlerdi de yiyememiştim valla. Hayatımda ilk defa mantı yiyememiştim ki uyduruk lokanta mantılarını falan bile hapır hupur götürürüm normalde. Ama pastırmaya heveslenmiştim. Eskiden ata binerken pastırma taşırlarmış da kesip kesip yerlermiş ya, öyle fantezi yapacaktım ne güzel.
Malatya'ya doğru devam ettim. Yine ne tesis, ne eli yüzü düzgün görünen bir lokanta vardı, aç kalmıştım. En sonunda bir yere girdim, ne var ne yok diye baktım dolaplarına, neredeyse boştu yine, bir iki şiş, bir kaç parça et falan vardı ama onlar da iştah açıcı değildi hiç. Kaşarlı pide de yapıyorlamış, baktım zehirlenme riskimin en düşük olduğu yiyecek o, ondan sipariş ettim. Pastırma, mantı hayalleri kurarken resmen kaşarlı tost gibi bir şey yiyordum, kısmet işte.
Of of, oruçlu oruçlu da yazılmıyormuş abi yemekle ilgili şeyler 🙂
Neyse, Pınarbaşı'na kadar gittikten sonra Hatay'a doğru saptım artık. Aslında Malatya'ya da gidesim vardı ama vaktim azalıyordu ve yağmur yaklaşıyordu. Uygun bir yerde durup hem dinlendim, hem de yağmurluğumu giydim. Geçen arabalardan birisinde adamın biri camdan sarkıp "Hello kardeş hellooooo" diye bağırdı beni öyle görünce
Maraş'a girdiğimde 7 falandı saat. Düğün 8'de idi yani geç kaldığım belliydi artık. Maraş'ta benzin alırken düğüne giden bir arkadaş aradı, yemek yiyeceklermiş de beni beklesinlermiymiş deyü. Daha Maraş'ta olduğumu söyleyince vazgeçtiler tabi. Bu arada baktım gideceğim yönde pek bulut yok gibi, yağmurluğu çıkardım. Gideceğim yön bulutsuz ama arkam bulutlu idi ve bulutlar aşağıya doğru ilerliyordu. Nitekim, ne zaman yavaşlasam yetişiyordu yağmur, bir süre yağmurla yarıştım yani resmen.
Maraş'tan sonra otobandan gitme şansım vardı da değerlendirmedim. Yolların o kadar kötü olacağını tahmin etmiyordum çünkü. Önce yol yapımı olan bir yer başladı birden. Doğru dürüst ne levha, ne ışık var, bir anda tozlu veya mıcırlı bir yolun içinde buluyordum kendimi. Hatta bir yerde yol bitti, toprak tepeleri falan çıktı karşıma, etraflarından dolanıp asfalt buldum, saçma bir durum vardı yani. Bir kere de düşüyordum, ince kumlu bir yere girdim, kontrolü kaybettim bir anda, gidon savrulmaya başladı, gazı bıraktım hemen, gidonu sabitlemeye çalıştım panik olmadan, nitekim işe de yaradı, kurtardım motoru.
Asfaltta giderken de arkalarında far veya reflektör olmayan araçlar denk geldi durdu. Onları da geçtim, iş makinesi gibi bir şey gördüm ileride. Yavaşladım, arkasına yaklaştım. Bakıyorum, iş makinası gibi değil, kamyon falan desem, o da değil, iyice yaklaştım, baktım ki tankmış meğer. Bildiğin, paletli falan tank. Obaaa deyip solladım geçtim. Fotoğraf çekmek gelmemiş aklıma, güzel bir kare olabilirdi
Bozuk yolları falan da geçtim, köyler, kasabalar falan vardı yol üstünde. Abi, adetten midir nedir, hepsinde insanlar yolun ortasında yürüyordu. Bildiğin, kaldırım gibi, yürüyordu insanlar. Hani 1-2 kişi de değil, herkes öyle idi resmen. Refüje de masa falan atmışlar zaten, öyle tuhaf yerler idi. Bir de yollar inanılmaz rüzgarlı idi, hatta birinde bir aracı sollamak için sol şeride çıktım, sağa geri giremedim, yavaşlayıp arabanın geçmesine izin verdim, yavaş yavaş girdim sonra, öyle bir rüzgardı yani.
Neyse, Hatay'a vardım, bir benzinliğe girdim. Arapça konuşuyordu adamlar kendi aralarında, normaldir dedim de adamlar doğru dürüst Türkçe bilmiyorlarmış meğer. Full'ü anladılar da yolla ilgili falan konuşurken pek anlaşamadık. Konuşurken pompacı "akıtıyor bu" falan deyip motorun altını gösterdi, şarıl şarıl benzin akıyordu. "Hass…" deyip eğildim, kaçağın kaynağını aramaya başladım, sanıyorum ki altta benzinle ilgili bir şeyi vurdum da yardım bir şeyleri. Sonra adam "buradan" falan dedi, depoyu gösterdi. Abi, depo dolmuş, taşmış, şarıl şarıl akıyor benzin, adam da görüyor, durdurmuyor pesemeng. "Arap yağı bol bulunca" dedikleri böyle bir şey herhalde.
Samandağ tarafına gitmem gerekiyordu, yol boyunca sordum millete, abi, hani duyardım Hatay tarafında Arap çok diye de valla beklemiyordum bu kadar. Kime sorsam zar zor anlaştık, yarım yamalak bir Türkçe ile falan anlattılar anca.
Zar zor vardım düğün yerine, lambur lumbur girdim yine içeri. Arkadaş görmedi beni, geri kalanlar da zaten tanımıyordu, tuhaf tuhaf bakıyordu herkes. Ayakta kamuflajlı pantolon, üstte kot mont, kafada bandana, omzumda iki tane çanta, boynumda fotoğraf makinesi falan, tuhaf bir görüntü idi yani. Düğüne gelen diğer arkadaşı bulup eşyaları yerleştirdikten sonra evlenen arkadaşa göründüm. Onunla selamlaştığımızı görenler tanıdık birisi olduğumu anladılar da yanaşmaya başladılar.
Düğünün sonlarına yetişmişim zaten, dağılıyordu artık insanlar. Arkadaş yer ayarlamıştı bizim için, bir akrabasının evinde kalacaktık. Millet arabalara atladı, ben de motora, kalacağımız yere gittik. Arkadaşın ninesi falan vardı, çok az biliyordu Türkçe'yi, millet tercümanlık yapıyordu onunla aramızda ama bazen anlaşılıyordu ne demek istediği. Mesela motorla geldiğimi söylediklerinde "subhanallah" dediğini anladım Bir de çadır taşıdığımı, çadırda kaldığımı falan söylediklerinde kadının cümlesinde "harami" geçtiğini farkettim, harami saldırmıyor mu falan diyormuş meğer
Muhabbet eşliğinde bir şeyler atıştırdıktan sonra yattık. Evlenen arkadaşın bir arkadaşı ile aynı odadaydım ben. Eleman muhabbet ehli çıkınca sabah 3'e 4'e kadar falan gevezelik yaptık.
Sabah kalktığımda kahvaltı hazırdı, balkonda, bahçe manzarası eşliğinde bir kahvaltıdan sonra gezideki ilk pipomu yaktım.
Asi Nehri meğer bir kaç yüz metre ötemizdeymiş, ondan yemyeşilmiş oralar. Toprak görünmüyordu hakikaten. Arkadaki dağ da Samandağ imiş bu arada.
Pipomun bitmesiyle beraber yola çıkmak üzere hazırlanmaya başladık. Evin avlusuna çıktığımızda büyük bir kalabalık bekliyordu bizi, akrabaları falan gelmiş meğer. Millet otururken ben hazırlanmaya başladım, yarım saat sürdü tabi yine. Bir de ne istesem herkes birden teyakkuza geçiyordu. Misafirperverlik de böyle bir şey. O değil de, akşam lensi çıkarıp kutusuna koymuştum, sabah bir kalktım, lenslerden birisi yok, akşam karanlıkta çıkarırken düşürmüşüm herhalde. Yanımda yedek lens de olmayınca gözlüğe kaldım artık.
Çıkmadan önce yolla ilgili konuştum. Harbiye diye bir tarafta şelaleler varmış, oraya gitmemi söylediler. Bir de müze varmış, baya büyük, önemli bir müzeymiş. Vedalaşıp çıktım yola, ilk önce şu şelaleleri göreyim dedim bir.
Şelalelerde biraz fotoğraf çektikten sonra yukarıdaki ipek satan dükkanlara bir uğrayayım dedim. Girdiğim dükkandaki adam hemen bir ipek fular mı şal mı bir şey çıkardı, el dokuması, boyanmamış, orjinal beyazlığında bir ipek. Ağzımın suyu aktı resmen, o nasıl bir güzelliktir. Hani, duyardım ipek şöyle ipek böyle diye ama öyle görüp dokunmamıştım hiç. Fiyatı pahalıdır, bir iki tane alır çıkarım diyordum, o bayıldığım ipek fulara 35 TL dedi. Makine dokumalar gösterdi, daha yapay duruyorlardı ama güzellerdi yine de, onlar daha ucuzdu. Öyle olunca 6 parça ipek aldım dükkandan, çantaya yerleştirip yola koyuldum yeniden.
Yolda denk gelirse künefe yerim diyordum ama o da olmadı, nasıl iştir anlamadım. Şehir merkezine girmedim yine ısrarla, nasıl olsa denk gelir diye, denk gelmedi.
Bu arada, hava sıcaktı epeyce, montu giymedim ben de, dirseklik almıştım Ankara'dayken, onları taktım, öyle çıktım yola ki bu da ilerisi için önemli bir detay olacak
Bundan sonraki hedefim sahil şeridinden Mersin'e, annemin evine gitmek idi. Ha bak, Hatay'dan çıkmadan önce hoş bir görüntü:
İskenderun, Adana'ın yanında Halep de var yol tabelasında Halep oradaysa GomerciN burada ama pasaport evde, vize zaten yok, nasip olmadı yani gitmek.
Belen üzerinden çıktım Hatay'dan. Geçide giden yol da acayip rüzgarlıydı, yine zar zor ilerledim ama geçitten sonrası sakindi. Geçitten geçtikten sonra baktım ileride çevirme var, bana da işaret etti polis, sağa çektim. Ehliyet ruhsat değil direk çantanın içindekileri sordu polis. Kaçakçı arıyorlardı herhalde. Çadır, giysi falan var dedim. Elini soktu bir yerden, yan ceplerden birisini gösterdi, bunda ne var diye sordu, hatırlayamadım, açayım isterseniz falan dedim, gerek yok dedi, yolculuğumu sordu, sonra bıraktı. İlk polis çevirmemdi bu arada ama ehliyeti ruhsatı göstermek nasip olmadı
İskenderun'a indiğimde deniz kıyısına varmıştım artık. Valla, deniz kokusunu hissederek motor sürmenin keyfi de bir ayrı birader, güzel bir şey. Adana'ya kadar devam ettim öyle.
Saat 5'e geliyordu Adana'ya vardığımda ve acıkmıştım artık. Adana Kebap yapan bir yer bulacak mıyım bakalım diyerek girdim Adana'nın içine. Kebapçı ararken birden Sabancı Camisi'nin dibinde buldum kendimi. Hani, büyük falan dediklerini duymuştum da hakikaten oha dedim yukarı doğru bakarken, büyükmüş harbiden. Fotokritik'te hep görüyordum, bir köprünün kemerlerini de kadraja alarak fotoğrafını çekiyorlardı caminin, orayı bulurum belki, hem kesin kebapçı da denk gelir diyerek girdim şehir merkezine doğru. Köprüyü buldum da baktım öyle bir açı ile fotoğraf çekebilmem için motoru bırakıp epeyce yürümem gerekecek, vazgeçtim o pozdan. Onun yerine, motordan kalkmadan hem camiyi hem de köprüyü alan ufak bir panorama çektim. Panorama ufak, cami de ufak ama olsun
Biraz gezindim ortalıkta, ben mi körüm, kebapçılar mı iyi saklanmış bilmem ama kebapçı da denk gelmedi. Hani öyle süper, meşhur bir yer aradığımdan da değil, resmen kebapçı bulamadım Adana'da. Çok da gezmedim gerçi ama ne bileyim, denk gelir kesin diyordum, olmadı. Yine bir tesis falan olur diye çıktım yola, tabi yine bulamadım tesis falan, yani tesis vardı da, hayalimdeki gibi değildi yine. Biraz gittikten sonra dayanamadım, yemeği olan bir yere girdim. Bu sefer güzel bir yere benziyordu, masalarda doğru düzgün örtü vardı en azından ama garson cins çıktı bu sefer de. Menü istedim, "abi, sebzeli tavuk sote getireyim, şahane" falan dedi, menüye bir bakayım yine de dedim, getirdi menüyü. Paşa kebabı diye bir şey vardı, onu sordum, "boşver abi, güzel değil" falan dedi, başka bir şey sordum "doyurmaz" dedi, baktım, sebzeli tavuk soteden başka bir şey getirecek gibi değil, ondan söyledim, "pişman olmayacaksın abi" falan deyip gitti. Bu arada, istersem salata bardan salata da alabilirmişim, aldım ben de. Meğer paraylaymış salata, hiç de belirtmemişti pesemeng Yemeği beklerken üzerimdeki korumaları çıkarmaya başladım, dirsekliği çıkarınca bir baktım, şahane amele yanığı yapmışım
Yemek gelmeden önce garson bir daha geldi, "abi bak, şuradakiler benim tavsiye ettiğim yemeği almadı, başka şeyler istediler, beğenmemişler, sen beğeneceksin" falan dedi, "lan ne piskopat herifmiş" falan derken geldi yemek. Sebzeler yanmış, tavukta da tavuk tadı yoktu pek ama yedim tabi. Garson bir daha geldi, yemeğin nasıl olduğunu sordu. "Fena değil" dedim, "abi bak, harbi söyle, nasıl yemek" falan diye ısrar etti, "güzel güzel" dedim hafif tırsarak.
Yemekten sonra fazla oyalanmadan devam ettim Mersin'e doğru. Akşama doğru Mersin'e girdim
Mersin'de ufak bir kaybolma yaşadıktan sonra Silifke tarafına devam ettim. Akşam vardım eve. Motoru parkettim, çantaları indirirken biraderle kuzenin oğlu geldi. Annem motorun sesini tanımış meğer, abinize yardım edin deyip göndermiş bunları. Helal dedim anneme de, bir iki kere duydu motorun sesini, öğrenmiş hemen
Eve girdiğimde farkettim ki leş gibiydim iyice. Wild Hogs filminde bir sahne vardı, elemanlar yol kenarında dururken çapırcılar geçiyordu önlerinden. Çapırcılar uzaklaşırken elemanlardan birisi "kokularını buradan bile hissedebiliyorum" diyordu. Onun ne demek olduğunun ayaklı açıklaması halindeydim resmen. Tarif etmek gerekirse şöyle söyleyeyim: bebek boku ile eşşek götü arası bir koku salıyordum ortalığa Eve girince bir duş aldım tabi hemen. Muhabbetin, dinlenmenin falan ardından bitirdim gezinin ilk bölümünü.
Eşşek kadar yazdım, daha anca Mersin'e vardım. Sonraki bölümlerde daha çok fotoğraf daha az yazı olacak diye tahmin ediyorum çünkü daha Antalya üzerinden İzmir'e uğrayarak Ankara'ya dönüşümün hikayesi var
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, esen kalın