Günün Rüyası…

Böyle kabus görmemiştim epeydir, aslında böylesini hiç görmemiştim belki de. Uykularım da tuhaflaştı zaten epeydir, höyle höyle işte…

Son bir kaç gündür sabah uyandığım zaman kendimi henüz uyumamışım sanıyorum. Hani, halen gece, uykuya dalmak üzereyim falan gibi… Geçen gün mesela, sabah alarm çalmaya başladı (ilk alarmım 5:55’e falan kurulu bu arada, hava halen karanlık oluyor yani), gözümü araladım, “birisi mi arıyor acep” dedim ilk, sonra baktım zil değil alarm sesi geliyor, “herhalde alarmlardan birisini değiştirdim yanlışlıkla” dedim fakat düşündüm, hatırlamıyorum öyle bir şey, alarmı değiştirdiğimi yani. Ee, gecenin 12’sinde neden çalıyor bu telefon deyip baktım, sabah olmuş meğer. Uyuduğumun farkında bile değildim, üzücü idi.

Bu sabahki biraz farklıydı; alarm çalmadan uyandım bu sefer ve yine uyandığımı farketmedim, uykuya dalmak üzereyken uykum kaçtı gibi hissettim yine. Sevindim aslında biraz, uykumun ortasında uyanmak, sonra saate bakıp halen uyumak için bir kaç saatim olduğunu görmek güzel olur yani. Tam böyle hülyalara dalmışken alarm çalmaya başladı, küfrettim ben de, susturdum telefonu. Telefon çaldıktan sonra dalmışım hemen, kabusu da ondan sonra gördüm…

Rüyamda bir tabutun içindeyim, Hristiyan usulü bir tabut. Bir uçaktan valizlerle beraber indiriliyorum, yere iner inmez tabutun kapağını fırlatıyorum üstümden. Ondan sonra Hitman oyunu başlıyor, o oyundaki kel adammışım meğer ben, işte kabus bu, kel kalmışım 😛 Değil, vaay diyorum, Hitman’in yeni versiyonu herhalde. Beğenmedim yalnız, suikastçının elinde makineli tüfek var sadece, karşıda da bir sürü asker, “len” dedim, “böyle suikast oyunu mu olur, suikast oyunu dediğin gizlilik üzerine falan kurulu olur, böyle makinali tüfeklerle dalmazsın”. Ben bunları düşünürken bir bakıyorum, Hitman ben olmuşum, ben ateş ediyorum. Bir yandan ateş ediyor, bir yandan da kaçmaya çalışıyorum. En son dere yatağı ile kanalizasyon arası bir yere düşüyorum. Yukarıda köprü gibi bir şeyler var, askerler de onun üstünde çiftler halinde duruyor bana ateş ediyorlar. Bir kaçını indiriyorum ama halen düşünüyorum: “böyle suikast oyunu mu olur?”. Az sonra askerler benim hizama inmeye başlıyorlar. Başlarda inenleri hemen öldürüyorum, sorun olmuyor ama aşağı inen sayısı çoğaldıkça panikliyorum ben, ateş ederek gerilemeye başlıyorum. Tünel gibi bir şeyin içine giriyorum, bu esnada gitgide çoğalıyor gelenler. Deli gibi tarıyorum artık, mermim bitmiyor en azından. Tünelde gerilerken bir bakıyorum, çıkmaz sokaktayım. Taramaya devam ediyorum, onlar da çoğalmaya devam ediyor. En son bir kadın çıkıyor aralarından, diğerleri gibi bir iki kurşunla ölmüyor, resmen saydırıyorum hatuna, bana mısın demiyor. Yalnız, ateş ettikçe üzerindekiler parçalanıyor. Üzerindekiler dediğim yalnızca kıyafetler değil, derisi, kafatası falan, parça parça oluyor hatun, halen geliyor. Tabi, ben ona ateş etmekle meşgul olduğum için diğer askerler de yaklaşıyorlar artık yanıma iyice. Etrafım tamamen sarıldığında görüyorum ki aslında hepsi zombi imiş. O panikle önce “Escape” tuşuna basıyorum, oyun menüsü açılıyor, oradan da “Quit” diyorum ama oyundan çıkamıyorum. Artık ateş edemiyorum, kıpırdayamıyorum, yalnızca kafamı çevirerek etrafa bakabiliyorum; bir sürü zombi sırıtarak bana bakıyor. Az sonra bakmakla yetinmeyip dokunmaya başlıyorlar. İçimden “Ctrl+Alt+Del” yapıp oyunu kapatmak geliyor ama yapamıyorum. İşte, bu esnada ayağıma yediğim bir pençe darbesi ile uyanıyorum. Sanki zombilerden biri bacağımı kavramış gibi geliyor ilk ama bakıyorum ki kedilerden birisi imiş. Hangisi emin değilim, cesaret edip de bakamadım. Genelde Gölge saldırır yorganın altından ayağıma ama sabahları Maymun da coşmuş oluyor, ne yapacağı belli olmuyor.

O değil de, iyice Tom ve Jerry gibi bir şey oldu Maymun ile Gölge. Birbirlerini kovalıyorlar zaten devamlı da geçen akşam bilgisayarın başında oturuyordum ben, bir baktım, kapının önünden geçti bunlar; önde Maymun, arkada Gölge. Koşturma bir süre devam etti, ses kesildi bir ara sonra yeniden başladılar koşmaya, kapının önünden geçtiler yine, bu sefer Gölge önde, Maymun arkada.

Dur, rüyanın analizini yapayım. Geçtiğimiz hafta “Crimsonland” adlı oyuna kaptırmıştım. Sen ekranda minik bir adamsın, minik minik de yaratıklar saldırıyor, onları öldürmeye çalışıyorsun. Yaratıklar minik minik ama ekranı kaplayacak kadar çoğalıyorlar kimi zaman. Bir kaç farklı şekilde oynayabiliyorsun oyunu, bunlardan birisi “Rush” denen bir tür. Sonunda öleceğin belli, güç arttırma, silah değiştirme gibi seçenekler yok. Elinde bir makinali tüfek, taraya taraya kaçmaya çalışıyorsun. Şahsen 41 saniyeden fazla dayanamadım, internette de 1 dakikadan fazla dayanan görmedim henüz. Etrafımın sarılması ve makinalı tüfek ile ateş ediyor olmama bakarak diyorum ki o oyundan etkilenmişim muhtemelen. O oyunda da saldıran şeylere zombi diyorlar da tipler rüyamdaki gibi değildi tabi. Rüyamdaki tipler muhtemelen Pazar günü izlediğim “Planet Terror” filminden kalıntılar idi. Onda da vardı ya zombi gibi askerler, herhalde bilinçaltım zombi figürü olarak onları seçmiş.

Bu arada, Gömlük’e yazıyorsan “kalkınca leblebi şekerimi aradım” da yaz demişti arkadaş, yazayım madem: Kalkında leblebi şekerimi aradım :). Arkadaş uyandırıyodu da beni sabahları, bugün ben erken uyanınca, ondan da ses çıkmayınca ben arayayım dedim.

O değil de Gömlük, yine bir şey anlamadım uykudan, ben zombi olacağım bu gidişle…