Oooo, mobil blog keyfi

Toplanti falan vardi da baydi, dedim telefondan hic denemedim bu wordpress olayini, bir bakayim, baya pratikmis. Niye aklima gelmedi acep.

Ha bu sefer de sikinti su, telefondan boyle uzun uzun yazmak bayar, ama illa bir sey atasim gelirse kullanirim gaari. ...

Baslayacagim bloguna da günlüğüne de

Ama başlayamıyorum bir türlü; her sey cok akilli anasına satayim, onceden kendi blog sistemimi yazmistim, mis gibi, hem basit hem is goruyor. Sonra dedim ki bu sakat, daha guzel bir sey kurayım, WordPress bu isin kralı deyip atladım. ...

Gurbete giden döner mi dönmez mi…

Geçen sevimli Hakan Casper dürttü, siteye bakmış da bir şey görememiş. Hani o kadar Hollanda’ya yerleştim, bir şeyler anlatırım demiş, o deyince tekrar aklıma geldi site, bayadır baya enteresan şeyler yaşadım da enteresanlık da mı rutine bindi nedir, yazmak aklıma bile gelmedi. Dur dedim, siteye bir girişeyim de sonra düşünürüm yazıları.

Sitenin önceki halini kendim kodlamıştım, iş görüyordu ama yeni bir özellik ekleyeyim falan dediğimde sıkıntı oluyordu. WordPress’e geçtim önce, tabi ha deyince geçilmiyor, eski yazıları nasıl aktarırım derken WordPress pluginlerini kurcaladım, en son en düzgün AllImport çalıştı (http://www.wpallimport.com/). Eski MySQL veritabanını CSV olarak dışa aktarıp bununla gömçürüverdim, pratik oldu baya (bu arada gömçürmek diye bir fiil yokmuş, altını çizdi alet).

Bu arada bazı resimler ve emoticonların linkleri uçmuş, denk geldikçe düzeltirim artık ara ara.

Neyse, başlamak bitirmenin yarısıymış ama sonu belli olmayan bir şeyin yarısını tamamlayınca ne kadar yol almış oluyorum bilmem, göreceğiz…

Yemeği hak etmek

Ne zamandır Burger King’ten bir şeyler yemiyordum, bir kaç ay oldu herhalde, canım çekiyordu ne zamandır, bugüne kısmetmiş de ne kısmet…

Bir kaç kere yemeksepeti.com’dan bakmıştım, servisleri kapalı görünüyordu. Bazısında dükkanların çoğu kapalıydı zaten, hava muhalefetinden mütevellit. Bugün hava fena değildi ya gündüz, akşama yerim diye niyetlendim. Öğlen yemekte kerevizle salata yedim sadece ki o bile yeterliydi Steakhouse Burger’i hak etmeme. Akşam oldu, eve vardım, hava hala fena değildi. Oyundu moyundu oyalandım, sonra sipariş saati geldi. ...

25-26 Eylül, Mera Çayı (E5) Kampı – 2. Bölüm

Sabah bir kaç kere Hira’nın sesine uyandım, pek suskun bir kız olduğu için arada bir bir iki kelime söylese hissettiriyordu yani 😛

Pek kalkasım olmadığından geri yattım hep. En son çadırımın fermuarı açılırken uyandım, Nurcan gelmiş meğer. Kendi meşrebince saydırıyordu bana. Normalde, sabah gelmeyi planladığını biliyordum, en son haberleştiğimizde yaptığımız anlaşma sabah beni araması, benim de yola çıkıp onu kamp yerine getirmem şeklindeydi lakin gece müzik dinlerken telefonun şarjı epeyce azalmıştı. Ben de, saat 2 olduğu için aramak veya mesaj atmak yerine e-posta atayım dedim. Kamptakilerin telefonlarını falan da verdim ama evden çıkmadan bakmamış e-postalarına. Sinem Abla’yı falan aramış ama ulaşamamış, onun telefonda motordaki çantalardan birisindeymiş. En son Hakan’dan numarasını alıp Davut Abi’ye ulaşmış galiba. Bu arada, Kurtboğazı’ndan başlayarak her yeri aramış adım adım. Neticede gelebilmişti kamp yerine ama baya bir zorluk çekmiş yani. Buradan alacağımız ders ne? Benimle iletişim halindeyseniz e-postalarınıza da bakın Dil çıkaran Kahvaltı hazırlamaya başlamışlardı bile, ben de fotoğraf çekeyim bari deyip vazifeme devam ettimGüzel bir kahvaltı oldu. Aslında, iletişimde kopukluk olmasaydı da yumurta da aldırabilseymişiz tam olacakmış ama olsun, güzeldi gayet. O değil de, bir kampta da menemen yapalım la, şştKahvaltıdan sonra keyif için yine çay demledik. Davut Abi bu sefer yatak pompası kullandı ateşi közlemek için. Mantıklı, evetO pompalardan alasım vardı, yatağı şişirmek için pratik olur, hem de az yer kaplar diyordum ama alet 45 lira, yatak şişirmek ve ateş közlemek dışında bir işe yaramıyor. Onun yerine ya şişme matlardan alayım diyorum, pompa taşımama gerek kalmaz o zaman, ya da daha kuvvetli, çakmak girişinden güç çeken pompalardan alayım, hem lastik şişirmek için de kullanılabilecek bir şey, hem de boyu çok büyük olmayanları da var 40-50 liraya. Gerçi, hem kamp sezonu bitiyor yavaştan, hem de askere gitme ihtimalim var ya dur bakalım, hayırlısı.Neyse efen’m, fotoğraf çekmeye devam ediyordum ben. Derya Abi ve Aslı Abla, makineyi görünce albüm pozu verdiler hemen. Gurbetçi sanatçılarımızın yeni albümünde hip-hop ve uzun havalar dikkat çekiyorKahvaltı sonrası kimi keyifteydiKimi oyun peşindeKimiyse kahvaltının bittiğini inkardaydıBense balık tutmak için dere kenarına indimDikkat ettiyseniz elimde olta yok Dil çıkaran Önceki kamplarda 50 oltayla denedi o kadar insan da hiç balık tutan olmadı ya, aynı sonuca oltasız da ulaşabiliyorsunuz, evet, sanatçı bu fotoğrafta bunu anlatmak istemiş Dil çıkaranOrada otururken yaşlı bir amca geldi, hem ortalıkta, para edebilecek çöpleri topluyor, hem de muhabbet ederek kibar kibar dileniyordu. Biraz para verdim, teşekkür edip dualar edip gitmeye başladı. Bir baktık, bizim bulaşık süngeri elinde. “O bize lazım” diyerek aldık. Amca uzaklaşırken baktık, bulaşık deterjanı da yok. Levent Abi’yle Hira peşinden koştular amcanın, onu da geri aldılar.Bu arada, atlı mı eşşekli mi ne birisi gelmişti değil mi? Öyle bir şey hatırlıyorum sanki de fotoğrafını çekmemişiz galiba. Öyle boş boş otururken Sinem Abla gaza geldi, ağacın üstünden karşıya geçmeyi önderdi. Aslı Abla ile Nurcan da gaza geldiler, hemen paçaları sıvayıp suya daldılar da Sinem Abla’nın önerisiyle alakası yoktu yaptıklarının. Meğer suya girmek için bahane ararlarmış.Çıkardık onları sudan, Sinem Abla’nın peşine düştük. Meğer, harbiden boydan boya bir ağaç varmış, onun üzerinden geçmeyi önerirmiş. Biz, “olurdu olmazdı” diye konuşurken Sinem Abla ve Davut Abi geçmeye başladılarÇok geçmeden de başardılar. Peşlerinden giden olmadı, onlar karşı taraftan, biz kendi tarafımızdan kamp yerine geri döndük. Yolda iğde ağaçları vardı, kızlar bir hevesle daldılar ağaca ama daha zeytin kıvamındaydı iğdelerKamp yerine vardığımızda Derya Abi, yakalamadığım balıkları pişirmemekle meşgulduÇifte kumrularsa güçlü akıntıda ölüm kalım mücadelesi vererek yanımıza geliyordu Dil çıkaranToparlanmaya başladık artık yavaştan. Saat erken, Ankara da yakın olunca bir şeyler yapalım bari dedik. Kızılcahamam tarafında köfte mi yesek dedik bir, pek yanaşan olmadı. Kimin aklına geldiyse paintball’a gidelim dediler. Hemen adam toplamaya başladık, Andaç’ı Cumbaba’yı falan aradılar, milleti organize ettiler ama yer bulup bulamayacağımızı araştırmak sonradan aklıma geldi. Benim telefonu Nurcan’ın arabada şarj edip paintball sahalarının telefon numaralarını falan aldık, aradık, yer bulamadık. Organizasyon iptal edilmiş oldu yani ama galiba Andaç’lara haber vermeyi unutmuşuz Gülümseme Yapacak başka bir şey de bulamayınca “evlere dağılalım bari” dedik.Tabi önce ortalığı toparlamak lazımdı. Çöpleri topladık, kabı kacağı toparladık. En son ateşi söndürecektik ama ortalıkta su koyacak kap kalmamıştı. Yoğurt kabını gören Derya Abi, dereye maya çalmaya gitti. Biz de, MotoMagazin ekibi olarak peşinden gittik tabiAslı Abla dayanamayıp sordu, “Derya Derya, hiç dere maya tutar mı?”. Derya Abi ne dese beğenirsiniz; “Ya tutarsa?” Ahhaha Dil çıkaranO değil de, ışık fazla kaçınca tutmaya başlamış gibi bir görüntü olmuşNeyse efendim, toparlandık, yola çıktık. İki motor, üç araba vardı konvoyumuzda, pek alışık olduğumuz bir durum değildi yani. Bir ara, Davut Abi ve Nurcan bir şeyler konuştular ama bizim haberimiz yok. Bir benzinliğe girdiler az sonra, direk geri çıktılar. Bir yere daha girdiler, adama bir şeyler sordular, yine geri çıktılar. Biz de peşlerinden girip girip çıkıyoruz tabi. Az sonra bir benzinlikte durdular. Meğer, sigara sorarlarmış, ben de “acep benzini mi beğenmediler” falan der idim.Sigara satan bir benzinli bulduktan sonra ufak bir mola verdik, suyumuzu tütünümüzü alıp vedalaştık, oradan sonrası serbest sürüş oldu zaten. Güzel bir kamp oldu, mekan iyiydi, hem Ankara’ya yakın, hem de ortam güzel. Hani, son anda bir kamp planlarsanız veya herkesin durumu uzağa gitmeye elverişli değilse kullanılabilecek bir yer. Aklınızda bulunsun.

25-26 Eylül, Mera Çayı (E5) Kampı – 1. Bölüm

Gezi detaylarına başlamadan önce geziden önce gördüğüm bir rüyayı anlatayım, “ne alaka” demeyin, “hayrolsun” deyin, okuyun.

Rüyamda, kamp yapacağımız yere bakıyorum Google Earth’ten, detayları görmek için yakınlaştırıyorum, harebeler falan görüyorum. Davut Abi’nin daha önceki kamp yeri önerilerinden birisinin civarında kaya mezarları varmış galiba, o geliyor aklıma. “Şunlara bir bakayım” diyerek haritayı biraz daha yakınlaştırınca kendimi orada buluyorum. Yalnızca kaya mezarlar değil, dev sütunlar, büyük bir amfitiyatro, büyük heykeller falan da var. Hayran hayran seyrederken Roma askerleri gelmeye başlıyor, sonrasını net hatırlamıyorum.

Demem o ki, ne zamandır kamp yapmamış olunca bu kamp heyecanlandırmış herhalde, öyle rüyama falan girdi.

Hazırlanmam yine mesele oldu. Cuma akşamı çantamı hazırladım kabaca, çadır hazırdı zaten, yatak olarak elime Bilen’in yatağı geçti, onu attım, diğer ana parçaları da koyduktan sonra kalanını sabah hazırlamaya karar verip evden çıktım. Şirketten arkadaşlarla Resident Evil’i izlemeye gittik. Onu da tavsiye ederim bu arada, güzel olmuş. 3 boyut olayını da iyi kullanmışlar.

Eve geç geldim, sabah da zar zor kalktım ve hazırlanmaya devam ettim. Son ana kadar hep bir şeyler unuttuğumu farkettim, ondan uzadıkça uzadı hazırlanmam. Nitekim geç kaldım yine; buluşma yerine vardığımda 10:20 falandı saat. Son kontrollerimizi de yaptıktan sonra Kazan’a doğru yola çıktık.

Kazan’da alışverişimizi yapıp İğdir’e geçecektik. Yol kenarında bir iki küçük market bulduk ama aradığımız malzemelerin çoğu olmayınca Kazan’ın içine girdik, merkezi bir yere parkedip alışverişe başladık. Önce pilavlık tencere aldık, akabinde pilavlık bulgur ve diğer malzemeleri. Adam gibi salatalık bulamadık bir tek, onu da yolda hallettik artık.

Bu arada 12’ye yaklaşmıştı saat. Ben kahvaltı yapmamıştım, kahvaltı yapmış olanlar da kahvaltı yapalı çok olmuştu, neticede kamp kurmadan önce bir şeyler yiyelim diye karar verip Eski Ev’de durduk. 2 kişilik kahvaltı söylemiş Davut Abi ama 5 kişi yedik, gayet de doyduk. Sayıyı takip eden varsa yemeyen Celal Abi idi. Motorla ilgilendi biraz, sonra da aç olmadığını söyleyip el sürmedi masadakilere. Biz onun yerine de sürdük zaten elimizi, hatta fotoğraf çekmeyi bile unutmuşum, bu var işte ancak:

Nikotin takviyemizi de yaptıktan sonra İğdir’e doğru yola çıktık sonunda. Yalnız, tam girişi bilmiyorduk, benim telefonda harita var diye beni öne kattı Davut Abi. Tabi, harita var da hareket halindeyken bakamıyorum. Yola çıkmadan önce baktım, nereden girmemiz gerektiğini falan ezberlemeye çalıştım da haritadaki mesafe, tahmin ettiğimden çok daha kısaymış meğer. Yolun tek şeride indiği bir yer vardı, sapak oradaymış. Orası olabileceğinden şüphelendim ama tabela falan göremedim. Yavaşlasam olmayacaktı, arkada trafik vardı, yine trafik ve yolun tek şeriden inmiş olması yüzünden emniyet şeridine de çekmek istemedim, geniş bir alan bulana kadar gidelim de orada durup bir daha bakarız haritaya dedim. Gittik, durduk, ben haritaya bakarken Celal Abi uyardı, tabelayı görmüş o, oradan girmemiz lazımmış. Geri döndük neticede.

Köy yolu başlarda fena değildi ama gölete yaklaştıkça bozuldu yol. Küçük taşlar falan düşmanıymış kayışın, ol sebepten mütevellit normalde gideceğimden daha yavaş gittim, rahatsız bir sürüş oldu yani biraz. Neticede vardık gölete, baktık, biz bir taraftayız, ağaçlar öbür tarafta.

Sinem Abla ile Hira, kenardaki patikadan geçmeye karar verdiler karşıya. Biz de araçları oraya bırakıp yürüsek mi diye konuştuk da mantıklı gelmedi. Sağ tarafta bir yol çarptı gözümüze, yeni motorunu test etmek için bahane arayan Celal Abi o yolu keşfe gitti.

Karşıda buluştular, etrafa baktılar, beğenmediler. Aslında güzel, kampa müsait bir yerdi ama hem koyun yatmış herhalde, ortalık pireli falan olur dediler, hem de Celal Abi’nin yolu yol değilmiş 🙂 Başka birisi dese “Aman ne olacak, gidilir” derdim de o lafı diye Celal Abi olunca “sadakte” dedik, at bindik, yeni yer aramaya başladık.

İkinci hedefimiz, biraz daha kuzeyde, Çeçtepe tarafında bir gölet vardı, orası olabilir dedik. Haritada pek ağaç görünmüyordu ama belki olanla idare ederiz diyerek gittik. Ağaçlar genelde ufak tefekti, bir kaç güzel ağaç varsa da dipleri müsait değildi. Neticede orası da olmayacaktı. Biraz daha ağaçlık bir yer olsa güzel olabilirdi aslında ama işte, kısmet

Saat 14:30 olmuştu bile ve hala bir kamp yerimiz yoktu. Haliyle, sıkkınlık baş göstermeye başladı, özellikle ilk kampını yaşayacak olan Hira’da

Levent Abi geldi yanıma, “Sen misin kılavuz” dedi, “Gak” dedim ben de, ne diyeyim 🙂

Karagöl’e falan gidelim dedim, hani, bildiğimiz yer en azından diye ama pek kaale alınmadı. Zaten oradan gitmemiz 2 saatten kısa sürmezdi. “En kötü Soğuksu’ya gideriz” deyip Kızılcahamam’a doğru devam ettik.

Pazar sapağına geldiğimizde durduk, o taraflarda güzel bir yer bulabileceğimizi söyledi Celal Abi ama emin de olmayınca içlere girmedik. Onun yerine kenardaki dereyi gözümüze kestirdik. Dere yanına inen yollardan birisinde durduk, Celal Abi keşfe gitti, beğendi, geldi, biz de gittik peşlerinden. Kamp için müsait bir yere çektik araçları, soyunup dökündük ama yerleşmedik hemen. Ortalık pisti biraz. “Biraz” demek biraz hafif kaçabilir, baya baya kirliydi. Davut Abileri ve Hira’yı bırakıp Celal Abi, Levent Abi ve ben, daha uygun bir yer için keşfe çıktık.

Fena değildi ortam, hem gölgelik, hem dere kenarı güzel yerler vardı. Ayrıca, yakacak kuru odun da boldu

Hey yavrum be, ucundan ucundan vereceksin şunları ateşe, sonra sabaha kadar ateş derdin kalmayacak 😛

Yerler müsaitti ama dere pek coşkun akıyordu. Bizimkilerin yüzmeye de niyetleri olduğundan sakin bir yer bulabilir miyiz diye yürümeye devam ettik. Epeyce bir dolaştıktan sonra yolun kolay yürünebilecek kısmı bitti, tam da o noktayı kamp yeri olsun diye kararlaştırıp bizimkilerin yanına geri döndük.

Dönerken araçları getirmek sorun olmasın diye düzgün yolları da keşfedelim dedik tabi, herkeste XT600 yok neticede 😛

Kamp yerine dönüp yerleştikten sonra çayımızı da yapıp dinlenmeye başladık. Dile kolay, 4:30 olmuştu saat. Bugüne kadarki en yakın kamp yerine ulaşmamız 6 saat sürmüştü yani 🙂

Haftaiçi devam edemedim yazıya, dün ve bugün de long way round’du, muhtelif oyunlar derken yine geciktim. Başlayayım, gerisi gelir diyerek başladım bakalım. Üzerinize afiyet, hafiften de soğuk almışım, ondan pek keyfim yok da dur bakalım.

Malum, kamp yeri dere kenarıydı. Ufak bir dere idi ama iyi akıyordu, yüzülür mü yüzülmez mi derken Levent ve Davut Abi çoktan kıvama gelmişti. Artık, suya girmelerine tek engel Davut Abi’nin çoraplarıydı.

Çoraplar da çıkınca iki yiğit girdi revâne, ikisi de birbirinden divâne

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli… Elemli değiller esasında, karışık duygular içindeler. Misal, Celal Abi belli ki bir özlem içinde, Hira şaşkın, Sinem Abla bezgin.

Girdikleri kısım sığdı, pek yüzemediler yani. Gerçi, bir ara Davut Abi uzandı suya ama o da yüzmekten ziyade mekik çekmek gibi bir hareket idi. Olsun, spor spordur. Aslında, biraz daha aşağıda daha derin yerler vardı ama su öyle kuvvetli akarken derine girmek sakat olabilir diye pek yanaşmadılar. Yine de, o 15 santimetrelik suda nasıl heyecanlar yaşadılarsa pek heyecanlıydılar dönüşte

Bir de ufak havuz gibi bir yer bulmuşlar su kenarında, içecekleri, kavunu falan oraya koyduk. Yerimize döndüğümüzde 5’i geçiyordu saat. Biz öğle vakti kahvaltı yapmıştık ama Celal Abi sabah yedikleriyle duruyordu. Bir de erkenden dönecekti Celal Abi, aç aç göndermeyelim diye ufaktan bir şeyler hazırlayalım dedi Sinem Abla. Celal Abi erken dönmekten vazgeçtiğini, zaten aç da olmadığını, akşam bizimle beraber yiyebileceğini söylediyse de Sinem Abla’nın bakışları karşısında susmak zorunda kaldı

Pek planda olmasa da sac kavurma hazırlamaya başladık, tabi ki de Davut Abi önderliğinde

Hazırlıklar devam ederken Levent ve Celal Abi, dosta güven, düşmana korku salıyorlardı

Yemek hazırlamayla pek alakası olmayan Hira ise, benim sonradan aklıma gelen ama bir türlü uygulamaya koyamadığım bir fikri gerçekleştirmişti; “Kendinden sallangaçlı keyif hamağı”

Veya diğer adıyla “üçüncü bir ağaca bağlı ip” 😛

Kavurma, Karagöl’deki kadar olmasa da yine enfes idi, açım diyen de demeyen de el ele verip silip süpürdük sacı.

Celal Abi’nin bir gözü yola bakarmış meğer, karnı doyar doymaz bastı gitti. Aklınızda bulunsun, Celal Abi’yi yanınızda tutmak için biraz aç bırakacaksınız 🙂


Bu arada, Derya Abi’lerin gelip gelmeyeceği belli değildi. Gündüz telefonlaştık, benden ortamın fotoğraflarını istemişti hatta, herhalde beğendi ki geleceğini haber etti, koordinatları da gönderdim. Onlar yaklaşırken biz biraz daha odun toplayıp akşam yemeği hazırlıklarına başladık.
Ben de yemeğin yanına patlıcan salatası yaparım diyordum ama nedense bir süre uyanamadım. Pilav baya bir kaynadıktan sonra aklıma geldi, hemen patlıcanları közlemeye başladım. Evdeki kadar kolay olmadı, daha kolay közlenirler sanıyordum da niyeyse uzun sürdü. O ara Derya Abi’ler de geldi, pilav da hazır olmuştu bile. Yine çok gecikmeden yetiştirdim salatayı. Güzel oldu bulgur pilavı. Gerçi, aldığımız etin bir kısmını akşamüstü yemiş olunca et yoğunluğu az oldu ama olsun, salatalarla da beraber gayet muazzamdı. Bir de cacık yaptık ki, ooh…

Epeydir böyle şişene kadar yemememiştim, diyetten hafif feragat ettim yani.

Yemekten sonra, yağan kar altında çaylarımızı yudumladık

Kar yoktu tabi de iyi kül uçmuş ağaçlardan. Davut Abi de hamaratlığa devam ediyordu

Kızların da hamaratlığına diyecek tabi 😛 biri çekirdek çitler, biri telefondan tv izler

Ateşin başında otururken bir fotoğraf çekip Facebook’a yükleyeyim dedim, çektim, yükledim, çok geçmeden bir yorum gelmiş, amanın dedim. Öncelikle fotoğraf şu:

“flaş flaş, Allah yazan alev, görenler şaşkına çeviriyor :P”

Şaka maka, benziyordu. Biraz geyiğini yaptık olayın, sonra ateşe baktım, alevlerin arasındaki boşlukta alevlere doğru eğilmiş bir yüz var gibi, 4 parmaklı ellerini ateşe doğru uzatmış falan, heyecan yaptım kendi kendime.

Çok geçmeden yattı millet, Derya Abi’lerle kaldım ateşin başında. Bir ara, odunumuz azalınca odun toplamaya gittiler, tek başıma kaldım ateşin başında. Zaten az önce korkutmuştum ya kendimi, şimdi de tırsmaktaydım hafiften. Bir de devamlı sesler geliyordu etraftan. Her çıtırtıya dönüp baktım, bir şey göremedim tabi. Zorlu bir 10 dakika oldu. Az sonra geldi Derya Abi’ler, içimden onları korkutacak bir şeyler yapmak geldi nedense, hani olur ya, yurtta kalan bir eleman bakıyor, oda arkadaşlarının hepsinin ayakları elleri ters dönmüş durumda, tırsıyor falan. Hani, ayakkabıyı ters giysem falan olur mu diyordum da o hikayenin sonundaki gibi bir durum olur diye vazgeçtim. Hikayede de bekçiye gidiyor çocuk, oda arkadaşlarımın elleri ayakları tersti diyor, bekçi de kendi ellerini ayaklarını gösterip “böyle mi” diyor. Harbi ya, şu alacakaranlık kuşaklarındaki gibi kamp ateşi başında korku hikayeleri olayına girsek ya bir ara 🙂

Neyse, çok geçmeden yattık biz de. 2 falandı herhalde saat.

Söylemiştim ya en başta, bizim Bilen’in yatak ve uyku tulumunu getirmiştim diye. Yatak patlak çıkmıştı, yatağını zaten şişirmeyen Levent Abi ile değiştirmiştim. Meğer uyku tulumu da pek kullanışlı değilmiş. Tam yatacakken dikkatimi çekti, kullanım sıcaklıkları falan yazıyormuş üzerind, yazan şöyle bir şeydi: “Normal 18-23, dötünüz yiyorsa 13-18, hastalanmayı kabullendiyseniz 7-13”. Tevekkeli, aynı tulumdan kullanan Hakan da memnun değildi. Allah’tan çok soğuk sayılmazdı hava da pek sorun olmadı.

Gece bir de tuvalete kalkayım dedim, güç bela kalktım, sandaletleri geçirdim ayağıma. Çadırdan çıkarken dengem bozuldu, çadırın üstüne yığıldım, onu toparladım, kuytu bir yerlere gideyim derken üstü kapalı bir çukura bastım, yine devriliyordum, ondan kurtarayım derken öteki ayağımdaki sandalet çıktı falan, baya heyecanlı bir def-i hacet molası oldu yani. Akabinde geri yattım ve devam ettim horul horul uyumaya…

Haftasonu Mersin kaçamağı ve bir yerime kaçan olaylar dizisi – 2. Bölüm

Cumartesi günü akrabaların geleceği tutmuş meğer biraderi askere uğurlamak için, o yüzden evden çıkamadım…

Değilse Silifke’ye inip orada, geçen sene de uğradım ustaya bir uğrayayım diyordum. Hem sorunu sorardım, hem de iki muhabbet ederiz deyü. Halamlar, yengemler falan geldi, oturduk akşama kadar. Akşam da birader, takıldıkları cafe’ye götürecekti beni. Tam çıkma planları yaparken aynı zamanda alt kat komşumuz olan kuzenler geldi. Onları da görmeden çıkmayayım dedim, biraz da onlarla oturayım derken gece 10 ettim saati.Ha bak, unutmadan, gece ikide geldim ya eve, halam duymuş bunu, geldi, nasihat etti bana. Neymiş efendim, “gece yolculuğu tehlikeliymiş, kenara çekiyorsun ya, arkadan gelen adam seni hareket ediyor sanıyormuş, cart diye vuruyormuş” falan. Gece yolculuğunun avantajlarından bahsetmeye çalıştım da CHP’li inadıyla reddetti söylediklerimi, eyvallah deyip konuyu kapattım ben de.Neyse, biraderi dediği yere gittim, birader bir arkadaşıyla oturuyordu. Bana bir nargile söyledik, naneli. Birader, ben gitmeden önce cafe’yi işletenlerle konuşmuş, “Abim buradakilere benzemez, adam gibi bir nargile hazırlayın, laf eder değilse” falan demiş. Ettim de nitekim, önce ıslak marpuç getirdiler, onu değiştirdiler bu sefer de kapuçinolu nargile içilmiş bir marpuç getirdiler, zerre nane tadı alamadım ondan sonra. Yine de güzel oldu kayalıkların üstünde, dalga sesleri eşliğinde nargile içmek…Ufak biraderle beraber eve döndük gece 2 gibi. 3 gibi uyudum, yani sabah erkenden yola çıkma işi biraz yalan oldu. Nitekim 11’e doğru uyandım anca. Kahvaltıydı keyifti derken 12’ye geldi saat. Kuzenin ailesi, annem falan tutturdu ondan sonra deniz diye. Öğle saatinde denize girmeyi de hiç sevmem ama gönülleri olsun diye girdim denize. Fena olmadı, bir serinlemiş oldum en azından.Eve döner dönmez hazırlandım. Gelirken motor montu ve pantolonu vardı üzerimde ama ne olur ne olmaz diyerek dizlik, dirseklik ve yeleğimi de götürmüştüm. Dönüşte kararsız kaldım, nasıl giyinmeli diye. Hava çok sıcaktı ama dizlik-dirseklik takıp gelmek çok güvenli olmayacaktı. En sonunda, sıcak da olsa nizami giyinmek daha iyidir deyip pantolonu ve montu giyip öyle çıktım. Zaten 1 saate kalmaz yaylalara çıkar ondan sonra da sıcak o kadar etkilemez diyordum, meğer yanılmışım GülümsemeSilifke’de benzin almak için durdum, sıcak inanılmazdı, hemen bir soda, biraz da su içtim, geri yola koyuldum. Durduğum ilk ışıkta arkadan bir motor geldiğini gördüm, “Silifke’deki küçük motorlardandır herhalde, minicik kalır şimdi benim motorun yanında” falan derken kafayı bir çevirdim, Harley Davidson imiş alet Gülümseme Silifke’den Sertavul yoluna doğru çıktım, en çok kullanılan yollardan birisi orası normalde ama motorla oradan gitmek nasip olmamıştı henüz, bu sefer o yoldan gitmeyi, bir de Sertavul’da durup et yemeyi planlıyordum. Eskiden serin de olurdu o yollar, meğer eskisi gibi değilmiş artık iklimler.Yola çıkalı bir saat olmadan bir litreden fazla su içmiştim herhalde. Ayrıca motor felaket durumdaydı, hele yokuş yukarı çıkarken 40-50’ye kadar düşüyordum bazen. Devamlı tek silindir çalışıyordu, ben de korktuğumdan her fırsatta duruyordum, o da baya yavaşlattı.Köyün birisinden geçerken tansiyonumun yamulduğunu farkettim. Su kaybından dolayı olabileceğini düşünüp hemen bir kahvede durdum. Ayran yoktu, kola içtim, üstüne biraz da su, sonra yola koyuldum. Sertavul’a çok kalmamıştı, esas molayı orada vereceğim için pek dinlenmeden devam ettim.Bir ara motor yanıyor sandım, inanılmaz bir sıcak vuruyordu, sağa çektim, o kadar da sıcak değil gibiydi alet. Geri yola koyuldum, yine hissettim o sıcağı. Bir de parmaklarım o kadar yanıyordu ki arada sırada gidondan çekip havada biraz sallayıp montun içine falan saklayıp soğutuyor, sonra geri tutuyordum. Suratıma vuran sıcak hava yüzünden vizörü açmaya korkuyordum. Hayatımda gördüğüm en sıcak havaydı herhalde ki bir Mersin’li olarak epeyce sıcak hava görmüştüm.Mut ilçesine az kalmıştı, Sertavul’dan önce orada durmaya karar verdim artık çünkü dayanılacak gibi değildi. Mut’un bir kaç kilometre aşağısındaki Palantepe kasabasının tabelasını görmüştüm ki motor durdu birden bire. Sağa çektim, çalıştırmayı denedim, tık yoktu. Halim olsa iterek kasabaya kadar bari götürecektim ama inanılmaz bir halsizlik vardı üzerimde.Metin Usta’yı aradım, sorunun sigortada olduğunu söyledi yine. Geçen sefer de öyle söylediğini falan ifade ettiysem de sigorta da diretti. Tam grenajları sökmeye hazırlanıyordum ki mide bulantısı başladı, yere oturdum. Kalan suyu içmeye çalıştım, kaynamıştı resmen. Kafam dökeyim dedim, ona bile sıcak geldi, bandanaya döktüm, havada salladım biraz bandanayı, onu geçirdim kafaya da anca öyle serinleyebildim biraz ama yetmedi. Çok geçmeden ayak ve ellerim karıncalanmaya başladı. Güç bela ayağa kalkıp yoldan geçen araçları durdurmaya çalıştım da ayakta da duramıyordum. Motordan destek alarak durdum, geçen araçlara el salladım, onlar da bana el salladı, kimi hiç sallamadı, duran hiç olmadı. Zar zor bir iki motorlu durdurdum, kasabada çekici varsa göndermelerini söyledim, olur deyip gittiler de ses çıkmadı hiçbirinden. Baktım dayanamayacağım, motorun gölgesine yattım, zaten sığınabileceğim başka gölge de yoktu etrafta. Biraz dinlenirsem bir şeyim kalmaz belki derken dudağım da uyuşmaya başladı. Nefes alış verişim de hızlanmıştı. Durumun kötüye gittiğini anlayınca 112’yi aradım, durumdan bahsettim, yerimi tarif ettim. Ambulans göndereceklerini söylediler. Bir de çekiciye ihtiyacım olduğunu söyledim ama o konuda yardım edemeyeceklerini söyleyip 155’e yönlendirdiler beni. 155’i de aradım, onlar da yardımcı oldular sağolsunlar. Motorun yanına geçip ambulans yolu gözlemeye başladım, bir yandan da belki çekici daha önce gelir diye ümitleniyordum çünkü ambulansa binip gidince motor kalacaktı orada. Tabi ki de neticede ambulans önce geldi, ben de alabileceğim eşyaları alıp motoru orada bıraktım mecburen.Ambulansa binip de sedyeye yattığımda bile epeyce rahatlamıştım, dışarıya göre serin sayılırdı hem, hem de rahattı.Hastaneye vardığımızda hemen başıma ıslak bir şeyler koyup tansiyonumu, nabzımı falan ölçtüler. Tansiyon 9-6 çıktı, nabız da 100’ün üzerinde idi. Bir de serum takıp yatırdılar beni. Bu arada birader aradı ısrarla, meraklandım, geri aradım. Meğer ben onu aramışım yanlışlıkla, o da meraktan geri arıyormuş aslında. Şansıma, onunla konuşurken hemşire ismimi sordu, telefonu kapatmadan söyledim ben de, birader de duydu tabi. Anneme söylemiş, annem de meraklanmış. Daha sonra konuştuk annemle de çaktırmadım durumu. Bakalım, bunu okuyanlardan hangisi anneme ispiyonlayacak güneş geçmesi olayını falan Gülümseme Bu arada teşhis “güneş geçmesi” idi.2 saat kadar bekledim serumun bitmesini. Dar bir damara girmişler doktorun dediğine göre, ondan uzun sürmüş. İlginç bir deneyim oldu, giren çıkan hastalar, bağıranlar, ağlayanlar falan etrafımda. Motor ne alemde haberim yok falan.Motordan tamamen bihaber değildim aslında, çekiciler beni aramıştı tam ambulans gelirken, ambulansa bineceğimi, motoru yükleyip götürmelerini falan söylemiştim ben de. O ara almıştım yani numaralarını. Nitekim, serumum biter bitmez hastaneden çıktım, su ve kola alıp adamları aradım. Motoru kendi yerlerine çekmişler, teslim alabilirmişim. Birisini göndereceklerini, beni hastaneden alıp motora götüreceklerini, parayı da o adama verebileceğimi falan söylediler, iyi deyip bekledim. Çok geçmeden geldi birisi. Yanımda para yoktu pek, bankadan para çekeyim dedim ama banka kartım da yoktu, bir kaç hafta önce kaybetmiştim, yenisini de alamadım halen. İlginç bak, çok oldu yeni kart için başvuralı, halen yok. Neyse efendim, mecbur, kredi kartından çekecektim ama Finansbank da yoktu, mecbur İş Bankası’ndan çektim ben de. Kâr içinde kâr oldu yani GülümsemeNeyse, aldım motoru, belki soğuyunca çalışır falan diye ümitliydim ama çalışmadı tabiki de. Elemanın desteğiyle vurdurmayı denedim, yine olmadı. Tanıdığı tamirci varsa ona bir soralım dedim. Birisinden buldu bir tamirci numarası, aradı, adam geldi sağolsun. Baktı motora, arabadan aktarma yaptık, çalıştı alet. “Sorun konjektörde, değişmesi lazım” dedi direk. İdareten ne yapabileceğimizi sordum. İlk teklifleri aktarma aküsü vermek oldu. benim aküden dışarı iki kablo çıkaracaktık. Durduğum zaman ikinci aküden aktarma yapıp çalıştıracaktım ama çok amele olacaktı o da. Hani, çok durmayacak olsam neyse de motor çok teklediği için ben de sık duruyordum. Aküyü şarj etsek gidip gidemeyeceğimi sordu. Gidebilecektim ama o iş de vakit alacaktı. Saat 9 olmuştu zaten artık. Motoru bunun dükkana bırakmayı, gece otelde kalmayı teklif ettim. Sabah da adam aküyü şarj edecekti, ben de otelden çıkıp motoru alıp yola çıkabilecektim. Şansıma adamın dükkanın orada bir otel de varmış, oraya da yerleştim, o gece öyle geçti.Bu arada otelin geceliği 25 TL idi lakin tuvaleti banyoyu falan diğer odalarla ortak kullanıyordunuz. İlk defa öyle yerde kaldım da ilginç geldi. Otelde çıkardım üstümdekileri, sucuk gibiydim. Bottan, sanki sağanak yağmurda kalmışım da içine su dolmuş gibi ses geliyordu hatta. 1 litre daha su içip yattım.Gece güzel bir rüya gördüm bak. Oteldeki odaya bir eleman, elinde 3 tane kutuyla geliyordu rüyamda. İlk kutudan dremel uçları çıkıyordu, kullanışlı olabilir diye seviniyordum. Kalan iki kutudansa farklı farklı bir sürü puro çıkıyordu. Baya mutlu oluyordum. Sabah uyandım, masaya baktım, kutu falan yoktu, hafif bir burukluk yaşadım.Hazırlanırken mont-pantolon giymemeyi tercih ettim bu sefer. Şort ve askılı tişörtle çıktım otelden. Ustadan motoru teslim aldım, eşyaları yükledim, dizliği, dirsekliği falan takıp yola koyuldum. Motor hala kötü durumdaydı ama idare edecektim artık.Sertavul’a vardığımda 10 falandı saat. Kahvaltı yapsam olurdu ama et yemeğe şartlanmıştım bir kere. Fil Baba’nın yerinde durdum, pederin favori yeriydi. Hatta, oradaki et lokantalarının önünde değnekçi tarzı görevliler olur, yoldan geçen arabaları kendi restoranlarına çekmeye çalışırlar falan, peder onlara teker teker giderdi, adamlar “hoş geldiniz abi, buyrun” falan derken peder, “fil baba’nın yeri burası mı” diye sorar, adamları gıcık ederdi. Hey gidi işte.Kavurma aldım, iki kişiyi doyurabilecek bir kavurma geldi. Veya diyetteyim diye midem küçüldü belki de. Koyun yoğurdu aldım yanında. Suyu dolduruşları süperdi. Bunların, araba yıkamak için kullandıkları bir hortum var. Adam sürahiyi aldı, oradan doldurdu. Giderseniz şaşırmayın diye söylüyorum, mis gibi kar suyu o, harbi lezzetli bir su. Yemeği yerken çalan radyo kanalında “eve giren hırsız ne çalmaz” diye bir soru soruyorlardı, doğru bilenler arasında da bir çekiliş yapacaklardı. Doğru cevap veren kişi sayısı epeyce az olunca dayanamadım, ben de mesaj gönderdim. Sıradaki şarkıyı da Fil Baba’nın Yeri’nin çalışanlarına ve müşterilerine hediye ettim Gülümseme Ben kalkarken mesajım henüz okunmamıştı, sonra da okundu mu bilmem.Unutmadan, hesap 25 lira geldi, fazlaydı biraz sanki ama olsun.Sertavul’da hava nispeten daha iyiydi ama yine de şort-yelek gitmek daha mantıklı geldi, bozmadım ben de. Yolun gerisinde pek numara olmadı. Akşama kadar 3-4 litre su, 2 şişe soda, 2 bardak ayran, 1 powerade, 1 enerji içeceği içtim, damla işemedim, ne kadar su kaybettiğimi hesaplayın artık GülümsemeHa bak, yollardaki gurbetçi sayısı acayipti, yabancı plakalar, lüks arabalar falan, sinir etti biraz.Zar zor geldim Ankara’ya, direk Metin Usta’ya gittim. Sorunun sigortada olmadığını söyledim, akünün ölmüş olduğunu söyledi, gidip garantiden değiştirecekmişim. Aküde sorun olmadığını, şarj edince sorun çıkarmadığını söyleyince lütfetti de akımı falan kontrol etti. 10 dakika kadar sonra “konjektör yanmış, değişmesi lazım” diyebildi. Elindeki konjektörlerden kullanmaya çalıştı ama olmadı. Meğer statör de gitmiş. Konjektör ve statör almam gerektiğini söyledi nihayetinde.Muhtemelen bu parçalar, önceki akü bittiğinde de yanmıştı. Bugüne kadar akünün kendi şarjıyla, veya yarım yamalak olduğu şarjla falan idare etmiştim ama o da bitince durdu tabi motor. O gün “giden motorun aküsü niye biter” diye düşünüp iki dakika ayırabilseydi bu çilelerin çoğunu çekmeyecektim belki de.Ayrıca, işin güzel yanlarından birisi de şudur ki motor teklemeye başladığında önce egsoz, sonra da benzin pompası demişti ya, onu derken eklemişti “bak, başka usta olsa sorunu elektrik sisteminde zannedip alakasız yerlere bakardı, ben doğru yeri şıp diye buldum” falan demişti. Belki de benzin pompası yine sağlam ama statör gittiği içindi bu teklemeler falan. Eğer öyleyse feci zararda olacağım. İki tane benzin pompası, bir de benzin musluğu aldım, toplam 160 lira falan, bu sorun yüzünden egsozun kaplaması yandı, en ucuz çözümün maliyeti 200 lirayı bulur, yeni akü aldım, 75 lira ona koy, konjektör 40-50 lira, statör 200-250 lira. Bu maliyetlerin yanısıra yolda kaldım, çekiciye 150 lira verdim, otele 25 lira. Hastanelik oldum ayrıca. Hepsi ne yüzünden, hata ilk oluştuğunda lütfedip de adam gibi kontrol etmediği için.Neyse işte, araştırdım statörü falan, kronik sorunmuş meğer. Orjinal parça almak fayda etmiyormuş yani, ya Kawasaki EN500 statörü falan takılacakmış, ya da bobin sardırılacakmış. “Ben sardırırım” dedi Metin Usta ya bilmiyorum ne yaptı. Yarın öğreneceğiz bakalım. İnşallah düzgün bir statör ayarlar da Ramazan gelmeden keyifle bir binebilirim alete…